Bediüzzaman Said Nursi : ”Ben Dindar Bir Cumhuriyetçiyim”
Bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır
Afyon Hapishanesi
(Bediüzzaman ve talebelerinin 1948 yılında yattığı Afyon hapishanesinin dış görünüşü. Bu tarihi bina daha sonra yıkılmıştır. Arkada görünmeyen Adliye binası ise ayaktadır. 1948’de nur davasını dinleyici olarak takip eden Ahmet Atak binayı şöyle anlatıyor:
“Adliye binasının yarısı eski yapı, yarısı yeni yapı, onun arkasında hapishane… Hapishane eski bir bina. İçeride bir bina daha var, o bina görünmüyor. Hapishanenin çok büyük bir cümle kapısı var, iki taraflı açıldığı zaman at arabası girip çıkabilir. Kapı, kemerli bir taş yapı. Kapının üstüne de bir oda oturtmuşlar. Dört tarafı açık bir oda… Bütün kışı orada geçirmiş Üstad. Afyon’un şiddetli soğuğu malum… (Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor-5)
Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri Afyon hapishanesinde tutuluyorlardı. Her zamanki gibi gizli cemiyetler kurmak gibi uyduruk bir suçlamayla yargılanıyorlardı. Bediüzzaman, çok kötü şartlara sahip hapishanenin camları kırık büyük bir koğuşun dondurucu soğuğunda adeta ölüme terk edilmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi her fırsatta çeşitli tahrik yolları deneniyordu.
Günlerden 29 Ekim’di. Afyon Hapishanesi Müdürü Mehmet Kayıhan, Said Nursî’nin koğuşuna Türkiye bayrağı asar. Amacı bellidir: Onu ve talebelerini tahrik etmek.
Bayrağı gören Bediüzzaman Said Nursi, el yazısıyla hapishane müdürü ve o günkü ülke yöneticilerine ders vererek şu notu gönderir.
Said Nursi’nin Cumhuriyet bayramında Osmanlıca yazıp gönderdiği not ve Latinize edilmiş hali.
Bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır“Müdür Bey size teşekkür ederim ki; Kurtuluş Bayramının bayrağını benim koğuşuma taktırdınız. Hareket-i Milliyede İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşrile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki Mustafa Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: Bu Kahraman Hoca bize lazımdır . Demek benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır. Said Nursi |
Bediüzzaman’ın hayatı bayrağın temsil ettiği mana uğruna yapılmış fedakarlıklarla dolu
Her zaman olduğu gibi Bediüzzaman ve talebelerini tanımayan, anlamayan veya anlamak istemeyen yöneticiler bayrak hadisesi ile suçlanacak müşahhas delil peşindeydi. Halbuki, Bediüzzaman’ın hayatı o bayrağın temsil ettiği mana uğruna yapılmış fedakarlıklarla doluydu.
Rus ve İngiliz işgalcilerine karşı mücadele etti
Birinci dünya savaşında Ruslara karşı gönüllü alay kumandanı olarak çarpışmış ve yaralanıp esir düşmüştü. İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı ise kimsenin cesaret edemediği çıkışlarla halkı uyandırmıştı.
Said Nursi’nin Cumhuriyet tarifine ulaşabildik mi?
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hayatının değişik safhalarında Cumhuriyet’e dair net ifadelerde bulunmuştu. Risale-i Nur’da geçen bazı bölümler şöyle:
Mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vakıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı
İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları. Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım.
(Şualar)
Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir
Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet ise cumhuriyetin en serbest sûretini kabul etmiştir; elbette hakîki ve katî ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi, asayişe dokunmamak şartıyla, cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki, bütün birtek kanaat-i siyasiyede bulunsun.
(Tarihçe-i Hayat)
Dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir
…Mâdem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunuyla dinsizlere ilişmiyor; elbette, mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübâreze etmeyen ve âhiretine ve îmânına ve vatanına dahi nâfi’ bir tarzda çalışan dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir. (…)
(Tarihçe-i Hayat)
Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir
Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, (…)
(Divan-ı Harb-i Örfi)
Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir…
(Divan-ı Harb-i Örfî)
SÖZLÜK:
Aşere-i Mübeşşere: Cennetle müjdelenen on sahabî.
bilaperva: Korkusuzca, çekinmeden.
cumhuriyetperver: cumhuriyetçi, cumhuriyet taraftarı, cumhurcu.
El-iyazü billah: Allah’a sığınırız, Allah korusun, Allah saklasın mânâsında duâ.
hakikat-i adalet: adaletin esası, aslı.
haps-i münferid: Tek başına hapis; hücre hapsi.
Hulefâ-i Râşidîn: Doğru yolda olan dört büyük halife.
hülasa: Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı.
hürriyet-i şer’iye: Şeriatla terbiye edilmiş hürriyet.
inziva: Yalnız başına bir yere çekilip, dünya işleriyle uğraşmamak.
kemal-i rahat-ı kalb: Tam bir kalb rahatlığı.
keşf-i katî: Kesin keşif.
mana-i dindar: Dindar mânâ.
müdde-i umûmi: Savcı
reis-i cumhur: cumhurbaşkanı.
Sahabe-i Kiram: Cömert ve şeref sahibi Sahabeler.
Selef-i Sâlihîn: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ilk rehberleri ve ashab ile tabiînin ileri gelenleri ile tebe-i tâbiînden olan Müslümanlar.
Sıddîk-ı Ekber: En büyük doğrulayıcı; Hz. Ebû Bekir (ra).
tarihçe-i hayat: hayat tarihçesi.
vâkıa-i müdafaa: müdafaa olayı.
Said Nursi; “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim…” derken neyi kastetmiştir? Allah’ın kitabına göre işleyen bir devlet sistemi olması gerekmiyor mu?
Değerli Kardeşimiz;
Evvela, İslam dini zahir ve sarih bir şekilde bir yönetim şekli tahsis etmiyor. Yönetim şeklini insanların gelişimine ve bulunduğu çağın ilcaatlarına havale ediyor. Bu sebeple “Şu yönetim şekli İslam dininin yönetim şeklidir.” diye, kati bir hükme gitmek doğru değildir. Kim İslam adına saltanatı ya da dikta rejimleri savunuyor ise, müfteridir. Bu iddianın İslam hukuku açısından bir değeri yoktur.
İkincisi, İslam dini cumhuriyet ve demokrasinin özünü teşkil eden istişare ve meşvereti şiddetle tavsiye ediyor. Bu hususta bir çok ayet ve hadisler varid olmuştur, şöyle ki: Kur’an-ı Kerim, seçkin insanların bir özelliğini “Onlar, aralarında şura yaparlar.”(Şura, 42/38) şeklinde anlatır. Taraf-ı İlahiden Hz. Peygamber (asm)’e, “Yapacağın iş hususunda onlarla meşveret et.”(Al-i İmran, 3/159) emri verilmiştir.
Hz. Ebu Hüreyre, “Ben, arkadaşlarıyla Resulullah’tan daha çok istişare eden birini görmedim.” der. (Tirmizi, Cihad, 35) Bütün bu ayet ve hadislerin teşviklerine bakıldığında, İslam dinin özüne en yakın yönetim şeklinin İslam terbiyesinden geçmiş cumhuriyet ve demokrasi olduğunu görüyoruz. İstibdat rejimlerinden olan saltanat ve onun gibi rejimler, kemal noktasından İslam’a uygun değildir denilebilir.
Üçüncüsü, meşveret ve cumhuriyet fikri, bizi istibdat ve bencilikten kurtarıp diğerkâm ve toplumca hareket eden bir millet şekline dönüştürebilir ki, böyle olmak büyük bir güç olmak anlamına gelir. Şahsi menfaatleri peşinde koşan bir adamla, baskıcı bir rejim asla toplumu geliştirmez, aksine iyice hasta eder ve bozar. İslam aleminin halihazırdaki durumu buna en güzel bir vesikadır. Öyle ise millet için yaşayan ve cumhuriyet ve meşveretin hakim olduğu bir topluma ve yapıya geçmemiz iktiza ediyor ki, tekemmül ve terakki edebilelim.
Dördüncüsü, demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir; devleti yönetme şeklidir. Her ülke veya toplum kendi kalıplarına ve kendi örfüne göre demokrasiyi tarif edip şekillendirmiştir. Onun için tek kalıp, tek tip demokrasiden bahsedilemez. Acaba hangi demokrasi modeli İslam ile çelişir veya uyuşur diyerek, bunu tek tek incelemek gerekir. Bütünüyle sadece bir modeli demokrasi olarak esas alıp, buna İslam dışı demek çok yanlış ve hatalı olur.
Her ideoloji, kendi fikriyatına uygun bir demokrasi kalıbı ve şekli oluşturmuştur. Ana hatları ile liberal demokrasi, komünist demokrasi, muhafazakar demokrasi, faşist demokrasi, anarşist demokrasi gibi bir çok kalıplar vardır. Belki bu kalıplardan bir çoğu İslam’ın ruhu ve esası ile bağdaşmaz, ona tatbik edilemez. Ama genel ve çatı demokrasinin İslam ile çelişen ve çakışan bir noktası yoktur. Demokrasi bu zamanın ilcaat ve gereklerine en uygun ve insanlığın tecrübe ile bulabildiği en gelişmiş bir yönetim rejimidir. Bu rejimi İslam’a uyarlayıp, İslam’ın fazilet ve adaleti ile beslersek, ortaya mükemmel bir yönetim modeli çıkar.
Beşincisi, istişare ve meşveret dolayısı ile de cumhuriyet ve demokrasi, şu sebeplerden dolayı gereklidir:
1. Eğer bir mesele iki veya daha fazla kişiyi ilgilendirdiği halde, o konuda bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık edilmiş olur.
2. Müşterek işlerde bir kimse tek başına karar vermek istiyorsa, bu, ya kendi çıkarını gözetmesinden, ya da kendisini öbür kişilerden üstün görmesinden ileri gelir. Her iki durumda da geçerli olamaz.
3. Müşterek işler hakkında karar vermek büyük sorumluluktur. Âhirette hesap vereceğine inanan hiç kimse, bu yükü tek başına yüklenmemelidir. Hz. Peygamber (asv) ashabı ile istişare ettiği gibi, ondan sonra ashab da bunu yapmıştır.
Mesela, halife seçimi, mürtedlerle savaş, şarap içenlere verilecek ceza, Irak arazisinin durumu gibi birçok konuda müşavere yapmışlardır.
4. Hazreti Ebu Bekir (ra)’in de seçiliş şekli cumhuriyet ve demokrasiyi andıran bir seçim şeklidir. Bütün bunların ışığında meseleye bakacak olursak, İslam belli bir yönetim rejimi tayin etmemiş de olsa bazı esaslarına işaret etmiştir ve bu esaslar cumhuriyet ve demokrasiye daha yakın duruyor. Yani demokrasinin temel ve çatı manasını ve tarifini İslam dışı olarak görmek meseleyi ihata edememek demektir.
Bazı radikal ve ihatasız bid’at mezhepler, siyasi kaygılar ile batıdan gelen her şeye düşmanlık ettikleri için, demokrasiyi de sırf bu yüzden inkar ediyorlar. Avam insanları da etkilemek için ideolojik, demokratik kalıplarını örnek veriyorlar. Mesela komünist, faşist cumhuriyet anlayışlarının İslam’la bağdaşmayan yönlerini gösteriyorlar. Halbuki biz de demokrasi modelini kendi inanç ve kültürümüz ile yorumlayıp yeni bir kamil yönetim formatı oluşturabiliriz.
Üstad Hazretleri Cumhuriyet hakkındaki görüşünü bir mahkemede şöyle dile getirir:
“Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?'”
“Ben de dedim: ‘Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.'”
“Sonra dediler: ‘Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.'”
“Cevaben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.'”(1)
Özet olarak cumhuriyet ve demokrasi, İslam ile yeniden yorumlanıp İslam ülkelerine yönetim modeli olarak esas alınabilir ve gidişatın da oraya doğru gittiğini söylemek mümkündür.
(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Denizli Hayatı.
Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü
Kaynaklar:
risalehaber.com
sorularlarisale.com
Kaynak: Ben dindar bir cumhuriyetçiyim
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Eskişehir Mahkemesi’nde zapta geçmemiş müdafaasında kendisini “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” olarak tanımlar.
Şualar eserinde geçen bu ifadelerde Said Nursi şunları söyler;
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihine muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidin; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddik-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İşte, ey müdde-i umumi ve mahkeme azaları, elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, laik manası, bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükumet telakki ederim.
Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükumet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilaperva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. (Al-i İmran Suresi, 3:173) olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum etmenize mukabil derim:
Ben, Risale-i Nurun keşf-i kat’isiyle, idam olmuyorum, belki terhis edilip Nur ve saadet alemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferitle mahkum bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım, onlara demiştim.
Şualar
Risale Ajans