Bediüzzaman’ın 1926 Sürgünü
Van– Trabzon-İstanbul-İzmir-Antalya-Burdur-Isparta-Barla hattında İLK UZUN SÜRELİ SÜRGÜN HAYATI başladı
14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yaşayan bilim ve tasavvuf alimi Hacı Bayram-ı Veli ise Ankara’da adıyla anılan caminin altında bir Çilehane yaptırır. Çilehane, manevi olgunluğu elde etmek üzere 40 gün süreyle insanlardan ayrılıp kalınan küçük bir odadır. Orada yalnızca Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek, onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmekten başka bir şeyle meşgul olunmazdı.
Bediüzzaman, Van’da bir süre kalır, bir müddet sonra da insanlardan uzakta olmak için birkaç talebesini yanına alıp Erek dağına çıkar ve oradaki bir mağarada hayatını devam ettirmeye başlar. Hz. Muhammed’e (asm) peygamberlik gelmeden önce Hira Mağarası’nda bir süre insanlardan uzak kalması, ondan sonra gelen ümmetinin içindeki maneviyat dünyasının ileri gelenleri tarafından da uygulama alanı bulmuştur. Yaşadıkları ortamdan rahatsızlık duyanlar, insanlardan uzakta Rabbiyle baş başa kalacakları mekânları tercih etmişlerdir.
Bediüzzaman Erek dağında tam bir inziva hayatı geçirirken Şeyh Sait İsyanı patlak verir. İsyandan önce kendisine başvuranlara nasihat eder, ’’bu milletin çocuklarına silah çekilmez’’ diyerek isyana katılmayıp hatta yatıştırıcı rol de oynar. Buna rağmen, isyandan sonra doğu’daki nüfuzlu aileleri batı Anadolu’ya sürgüne gönderen hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek dağından alarak sürgüne gönderir. Ve Bediüzzaman Said Nursi’nin 40 gün değil, bir ömür sürecek çilesi bundan sonra başlar. 1926-1954 yılları arası onun hayatındaki çileli yıllardır. Bu çileli ömürle beraber ileriki yıllarda bütün dünyaya dağılacak ve çeşitli dillere çevrilecek olan Risale-i Nurlar’ın yazılması da bu çileli ömrün meyveleri olacaktır.
1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan Ramazan ayında (15 Mart-12 Nisan), kızaklara bindirilerek, Trabzon’a, oradan deniz yolu ile İstanbul’a götürülen Said Nursi burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi tutulur. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Şeyh Said isyanı ile hiçbir ilgisinin olmadığı sonucuna varılmasına rağmen Ankara’dan gelen bir emir üzerine Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulması emrediliyordu.
İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya‘ya ve nihayet oradan da kara yolu ile 1926 yılının Mayıs ayında Burdur’a getirilir. Ancak Said Nursi’nin buradaki sohbetlerinden endişe edilince, sekiz ay sonra bu kez onu Isparta’ya sürgün ederler.
25 Ocak 1927’de Isparta’ya getirilen Said Nursi, burada da sohbetlerine devam etti ve her geçen gün etrafında insanlar toplanmaya ve çoğalmaya başladı. Ancak bu durum uzun sürmedi, 20 gün sonra da Barla’ ya gönderildi.
Barla, Isparta’nın merkeze bağlı küçük bir beldesidir. Bediüzzaman Said Nursî,’nin insanlarla irtibatını kesmek için 1926′da başlayan sürgün hayatının bundan sonraki yılları, 1934′e kadar kuş uçmaz kervan geçmez misali bir dağ köyü olan Barla’da göz hapsinde geçecektir. Fakat bu süre içinde de Risale-i Nurların da büyük bir kısmı kaleme alınır.
Burada ilk yazdığı eser “Haşir Risalesi“ oldu. ‘’Sözler’’, ’’Mektubat’’ın tümü ve ‘’Lem’alar ‘’ kitabının da Yirmi Altıncı Lem’a’ya kadarki bölümleri Barla’da yazılmıştır.
***
1926 SÜRGÜNÜ

“Zaman onu tekzip eder”
Abdülvehhab Ekinci anlatıyor; “Şeyh Said isyanında Üstad Van’daydı. İsyan haberi Ankara’ya yanlış aksetmiş. Üstad’ın, Seyda’nın isyan ettiğini zannetmişler. Çok telaş etmişlerdi.
“Süleyman Sabri Paşa, Nurşin Camiine Seyda’nın yanına geldi. Bu yanlış durumu Üstad’a bildirdi.
“Seyda, bunu tekzip edelim, böyle bir yanlışlık olmuş’ deyince,
Üstad: ‘Lüzum yok tekzip etmeye, zaman bunu tekzip eder’ dedi.”(C: 1, s: 111-112)
Abdülbaki Arvasi anlatıyor; Bu ziyaretimizden sonra sürgünler başladı.

Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi
“Masum Efendiyi, Üstad’ı, Kör Hüseyin Paşayı, Gevaş Müftüsü Hasan Efendiyi, Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendiyi, Şeyh Hami Paşanın oğlu Abdullah Efendiyi beraber sürgün ettiler.“1928 yılında herkes, tekrar memleketine döndü. Fakat Üstad’ı, babamı, Abdülbaki’yi ve Hüseyin Paşayı bırakmadılar. Bunlar dönemedi. Babam 1938 yılında Arvas’ta vefat etti.“Hüseyin Paşa, Üstad’ı dinlediği için isyanlara katılmamıştı. Damadı, isyana katıldı, sonra da kaçtı, Musul’a gitti. (C:1, s: 60)
“Üstad’ı Van’dan alıp götürdüler”
İsmail Perihanoğlu anlatıyor; “Çok kısa zaman sonra gördük, Hazret-i üstadı gözyaşları içinde Van’dan, Erek’ten ve bizlerden ayırıp, alıp götürdüler.“Şeyh Masum, Şeyh Hasan ve diğer zatlarla birlikte gittiler.“Aylarca arkalarından matem tuttuk. Bütün ailece hasta olduk. Çok sonraları Üstad’dan, Barla’dan haber alabildik. Üzüntü ve elemlerimiz Üstad’ın gönderdiği mektuplarla, Risale-i Nurlarla telafi oldu. Gönderdiği eserleri el yazılarıyla çoğaltıp, etrafa dağıtmaya başladık.“Nur içinde yatsın, bizden manevî himmetlerini esirgemesin..”(C:1, s: 126-130)
“Ben Anadolu’ya gidiyorum, memnunum”
Cemal Talay, Şeyh Enver Efendinin hizmetlerine bakan bir insan.. Şeyh Enver, çok ısrarla, atlar hazırlatarak Bediüzzaman’ı İran’a götürmeyi teklif ediyordu. Enver Efendinin bu ısrarlarına Bediüzzaman red cevabı veriyordu.
“Siz gidin, ben gitmeyeceğim. Ben Anadolu’ya gidiyorum. Ben memnunum” diyerek yapılan teklifleri kabul etmiyordu.
Akşamleyin Enver Efendi, vedalaşarak ayrılıp İran’a gitti. Sabahleyin Enver Efendiyi almaya gelen memurlar, kapıda Cemal Talay’la karşılaşmışlardı. Cemal Talay, o tarihte l8 yaşında bir delikanlıydı. Enver Efendiyi bulamayan memurlar, Cemal Talay’ı karakola götürüp falakaya yıkıyorlar. Şeyh Enver’in nerede olduğunu söylemesi için kendini çok tazyik ediyorlar.
Günlerce dayak, falaka ve sıkıştırmalardan sonra netice alamayınca bırakıyorlar. Cemal Talay serbest kalınca dışarı çıkıyor. Karakolun loş karanlığından çıkan Cemal Talay diyor ki:
“O gün, o an benim kalbime yazılmıştır, o tarihi unutmam mümkün değil. Karakoldan çıktığımda, baktım kafile hareket etmiş yavaş yavaş gidiyor. Üstad Bediüzzaman ile Müftü Masum Efendiyi birlikte bağlamışlardı. Onlar en önde gidiyorlardı. Takvimler ise, 10 Şubat 1926 tarihini gösteriyordu.”(C:1, s: 145)
“Seyda ile Van Müftüsünü beraber kelepçelemişlerdi”
Haydar Süphandağlı, o günleri bütün tazeliğiyle hatırlıyordu. “Biz Bediüzzaman’la İstanbul’a kadar getirildik” diyordu. Van’dan ayrılışını ise şöyle anlatıyordu:
“Seyda ile Van Müftüsü Şeyh Masum Efendiyi beraberce kelepçelemişlerdi. Üstad hiç üzgün değildi. Gayet rahat ve müsterihti. Yola çıkmazdan önce bana dedi ki:
“Babana selâm söyle, bu bize yapılan muamelenin sevabını istemesin. Sabretsin, inşallah Sahabe-i Kiramın sevabını alır. ‘Ben beydim, ağaydım’ demesin. Çalışsın; ırgatlık etsin, amelelik etsin, ekmeğini çıkartsın, kimseye muhtaç olmasın.’
Göç böyle başlamıştı. Van’da uzun yıllar yaşayan Kör Hüseyin Paşa, oğlu Haydar Süphandağlı’nın ifadesine göre, 1930 yıllarında Irak’ta 80 yaşlarında iken vefat etmiştir.
“Van’dan çıkartılan kafilenin uzunluğu, belki bir kilometreyi bulmuştu. Çoluk çocuk, genç ihtiyar binlerce insan, atlı, yaya, arabalı, kızaklı, çeşitli vasıtalarla bir harp ricatı halinde memleketlerinden, gözyaşları içinde ayrılıyorlardı. (C:1, s: 142)
Şeyh Efendiye dipçik darbesi
Haydar Süphandağlı anlatıyor; “Van Müftüsü Şeyh Masum Efendinin kelepçeden elleri sıkışmış, kan oturmuştu bileklerine. Sıkışan elini biraz gevşetmek istedi. Bu ricasını jandarmalar söyledi. Bediüzzaman ise sanki başka bir âlemde gibi hiç aldırdığı yoktu. Masum Efendinin bu mâsumane ricası bir dipçik darbesiyle cevabını almıştı. İnsafsızca vurulan dipçik neticesinde Masum Efendi yere, çamurların içine kapaklanmıştı. Bu acı manzara, görenlerin yüreğini kanatmıştı. Az ilerde bir çeşme başında, serbest olan sağ eliyle çeşmeden su alan Bediüzzaman, Masum Efendinin çamurlu yüzünü, başını yıkayıp temizlemişti.”
İşte Van menfileri yurtlarından böyle çıkartılıyorlardı.
Haydar Süphandağlı, İstanbul’a kadar geçen yolculuğu yaklaşık olarak şöyle ifade ediyor:
“Üç-dört gün Patnos’ta, bir gece Ağrı’da, bir hafta Erzurum’da kaldık. Erzurum’dan sonra at arabalarıyla yollara devam ettik. Trabzon’da yirmi gün kadar kaldık. Gemi yolculuğu ise bir hafta sürdü. İstanbul’da Üstad yirmi – yirmibeş gün kadar kaldı. Sonra kendilerini aynı gemi ile Antalya’ya götürdüler.
“Van Valisi Osman Nuri Paşa (1925 -1926) şehirde sıkı emniyet tedbirleri aldırtmıştı. Kış mevsimini de sürgünler için, en müsait zaman olarak seçmişlerdi.(C:1, s: 142-143)
Abdülvehhab Ekinci anlatıyor;
”Hiçbir kimseden hediye, sadaka, para kabul etmezdi. Bana hâdiseyi Kinyas Kartal anlattı:
“Van’dan ayrılış anında civardan köylüler, zenginler, birçok kimseler, keselerle, mendillerle para, altın vermek istemişler. Seyda hiçbirine dönüp bakmamış.“Ne kadar teklifler yapıldıysa hepsini reddetmiş.
Artık bu duruma, sürgün gönderilen hocalardan, Gevaşlı Hasan Efendi, Kinyas Kartal’a, ‘Sen Seyda ile iyi konuşuyorsun, daha samimisiniz. Eğer kendisi almak istemiyorsa, alsın bize versin’ diyor. Kinyas Kartal bunu Üstad’a söyleyince, Üstad tebessüm ediyor.
“Seyda’yı Van’dan jandarmalar alıp götürdüler. Seyda gidince, o kadar çok üzüldüm ki, karakola geldiğimde saatlerce ağladım. Sürgünden sonra bir daha Seyda ile görüşmek nasip olmadı.” (C:1, s: 112)
Kinyas Kartal anlatıyor;

“Yolculuğumuz esnasında, akşamları çeşitli yerlerde konaklıyorduk. Bediüzzaman geceleri yalnız başına bir odada kalmak istiyordu. Müfreze komutanına:
‘Beni yalnız bir odaya bırakın, geceleri kimseyi rahatsız etmek istemiyorum’ demişti.
Yüzbaşı Abdülkadir Bey, bu arzusuna uyarak kendisine ayrı bir oda temin etmeye başladı.”Seyahatimiz esnasında şahit olduğum bir hâdiseyi, size bütün samimiyetimle nakledeyim: Bir askeri, kendisinin yanında vazifelendirmişlerdi. Asker bir gün yüzbaşısına gelerek şöyle dedi:
“Ben bu zatın kapısında bekliyorum. Bundan sonra bekleyemem, çünkü kapısını ben kilitliyorum, kapı açılıyor. Namaza kalkıyor. Kendisiyle birlikte binlerce adam namaz kılıyorlar, korkarım Hoca uça!…
“Yüzbaşı askere şu cevabı verdi:
“Oğlum Hoca uçarsa sen de eteğine yapış, nereye giderse birlikte gidersin.’
“Öküz efendinin ayağı kanıyor”

Galiba Ramazan’dı… Kafilede hiç kimse orucunu tutamıyordu. Müftü efendiler dâhil. Tabii Hoca orucunu da tutuyordu.
“Kızakları çeken öküzlerin, bir ara ayaklarının taşa takılıp kanamasıyla Bediüzzaman:
“Beyler, inelim, öküz efendinin ayağı kanıyor’ deyince, ben cevaben:
“Hocam biz para verdik bunların sahiplerine…’ demiştim. O zaman Seyda:
“Oğlum, onlar bu hayvanların sahibi değil, ancak mutasarrıfıdırlar’ cevabını vermişti.
“İki talebenin bereketi”
“Zigana’da Bayram münasebetiyle tatlı verildi. Kafilede Kör Hüseyin Paşanın fakir bir akrabası vardı. Van müftüsü Masum Efendi, bir adam için camide para toplamıştı. O zaman bronz paralar vardı. Masum Efendi toplanan bronz paraları bütün para ile değiştirmek istiyordu.
“Yine kafilede bulunan Arvasîlerden Abdullah Efendi, Bediüzzaman’a hitaben:
‘Hocam bu bronz paralardan ne çıkar, altın çıkar da beraberce yiyelim’ dedi.
“Üstad buna şöyle cevap verdi:
‘On, on iki altınım vardır. Harcıyorum, uzun seneler devam ediyor. Ne kalmış, ne kalmamış bilemiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, benim kerametim midir? La Vallah!… İki fakam (talebem) vardı, onların bereketi idi…’
“Bediüzzaman’ı Burdur’a götürdüler”

“Seyda ile yolculuğumuz İzmir’e kadar devam etti. Başında bir kefiye (sarık) vardı. Alırlar, hakaret ederler diye düşünüyordum. İzmir’de Mezarlıkbaşı semtinde bir otelde, zannediyorum Abdülkadir Paşa Otelinde, iki gece kaldık. Sonra bizi Manisa’nın Muradiye kazasına verdiler. Bediüzzaman’ı da Burdur’a götürdüler.
“Yolculuk sırasında zaman zaman çeşitli sohbetler oluyordu. Kendisi sık sık, ‘
Eski Said öldü’ deyince,
ben de, ‘Hocam nasıl eski Said öldü?’ diye sorar ve anlamak isterdim.
Bu defa bana, ‘Ben eskiden bir oturuşta bir kitap yazardım. Şimdi senelerdir bir kitap yazıyorum, hâlâ bitiremedim’ cevabını verirdi.
***
“Trabzon’da telaşlı bir hali vardı. Sebebini sorarak öğrendim. Yolda kızakçılardan emanet aldığı gözlüğü geri vermeyi unutmuş; gözlük kendisinde kalmıştı. Telaş ve heyecanla kızakçıları arıyordu.”(C:1, s; 139-142)
Hacı Münir Balkan anlatıyor;
“Bediüzzaman Hazretleri l925’te, Pasinler’in Korucuk köyüne teşrif etmişlerdi. Biz gelenleri tanımıyorduk. Meğer bu kafile Kürdistan’dan Batı Anadolu’ya sevkiyat olarak geliyormuş. Bu kafilede şeyhler, ağalar ve seyyidler ile Bediüzzaman Hazretleri de vardı. Kendisi ince, narin boylu, sarımtırak saçlı idi. Gözleri ışık kaynağı gibi parlıyordu. Sakalı yoktu. Başında sarığı vardı. Ben bilmediğim için önce Kadirî zannetmiştim. Bizim köyde iki gün kalmışlardı. O yıl kış çok şiddetliydi. Kendisini kimseyle görüştürmüyorlardı. Biz de ziyaret etmeye çekiniyorduk. Kafilenin başındaki Yüzbaşı, ‘Gelin, bu zatı ziyaret edin. Bu zatın Türkiye’de emsali yoktur. Lâkabı Bediüzzaman’dır. İsmi, Said Kürdî’dir’ derdi. O sırada mübarek Ramazan ayı idi.
“Bizler orada, kendilerine elbise gibi hususlarda yardım etmek istiyorduk. Kendileri ise çok derinden düşünerek,
‘Kardeşim, bana dua edin, bu hususu sonra düşünürüz’ diye buyurdu.
Sonra yine kahveye geldiğimde, içeride Van müftüsü vardı. Ona dedim: ‘Ben Şeyh Hazretlerini görmek istiyorum.’
Kahvenin içinde küçük oda gibi bir yer vardı. Orada kıbleye dönmüş, okuyordu. Mübareğin öyle lâhutî bir sedâsı vardı ki, bu ses kara taşı bile delerdi.
‘Şeyhim’ dedim, ‘çamaşırlarınızı almaya geldim.’
Dedi: ‘Kardaşım, bu kış günü çamaşırlar kurur mu? Bu iş zahmetli bir iştir.’
Ben de ‘Hiç olmazsa bir çorabınızı veya mendilinizi verin, size hizmet etmek istiyoruz’ dedim.
Bana dönerek, ‘Hepsini kabul ettim’ dedi.
Ben hemen ayakkabılarımı çıkarıp, yanına diz çökerek oturdum.
Dedi: ‘Sen burada üşürsün.’
Ben de, ‘Bundan iyi ne var?’ diye cevap verdim.
“Namazın hesabını Allah benden sorar”
“Birkaç satır okumaya başladı. Ben de ‘Acaba okuduğu nedir?’ diye düşündüm.
Sonra bana dönerek, ‘Bu bir münacattır. Bu münacatı okuyorum. Milletin başından büyük bir belâyı defedecek. Çünkü kopan bu felâket Cehenneme denk bir ateştir. Bu Hazret-i Hüseyin Efendimizin evradıdır. Bu Zeynel Âbidin Hazretlerinden rivayet edilmiştir, bu duayı okuyorum. Ben durduğum yerde sen âmin diyeceksin’ dedi.
Duanın bitmesini bekliyordum. Tekrar bana döndü, ‘Sen burada üşürsün’ dedi.
O sırada bir başçavuş ile zabıt vekili gelip ziyaret ettiler. Sonra kendisine bir çift lâstik ayakkabı getirdim. Eve iftara davet ettim. İftar yaklaşınca sofrayı kurdum. Allah ne verdiyse bununla iftar edecektik. Kendileri bir kap yoğurt istediler. Elinde bir bohçası vardı, onu açıp yiyecekti.
Van Müftüsüne, Üstadın bizim yemekten şüphelenip şüphelenmediğini sordum. ‘Rençberin kisbi helâldir’ dedim. Biraz pirinç ve sütten yapılmış sütlâç vardı.
Dedi: ‘Kardaşım, bunu farelerden muhafaza edin, sahurda yiyelim.
‘Ben korkuyordum, para verecek diye. Adeta içeceği suyun bile parasını veriyordu.
Ayağımda olan yeni bir çift lâstiği gösterip, ‘Üstad’ım, ben sizin ayakkabılarınızı giyeyim. Siz de benim bu yeni ayakkabılarımı giyersiniz’ dedim.
‘Kardeşim’ dedi, ‘sen namaz kılarsın, ayakların su çeker, namazın hesabını Allah benden sorar.’
Yanımızdakilere sordu: ‘Bu ayakkabıların fiatı nedir?’ O zamanın parasından çıkarıp vererek ayakkabıları aldı.
‘Kardeşim, başımıza gelen bu felâketler geçicidir, korkmayın. Yalnız dikkat edeceğiniz bir nokta var, ondan korkun. Çocuklarınızı okutun, yoksa bu din elinizden tez çıkar’ diye bizlere dualar etti.
“Oradaki vazifeli subaylar devamlı bu konuşmaları notlar halinde yazıyorlardı. Tabiî, bu notları ihlâs için değil, sermaye için tutuyorlardı. Bu sohbetler esnasında yüzbaşı dinin emirlerinin çok sıkı olduğunu, insanı her taraftan kuşattığını söyleyince, Üstad ‘Evet’ dedi, ‘sağa dönüp gıybet, sola dönüp yalan söylenirse elbette böyle olur.’
“Bizler on bir kişi sıraya girip, münacatın sonundaki duasını yaptık. Üstad’ın kafiledeki arkadaşları söylemişlerdi. Van’da Erek dağında kalırken yanına vahşi hayvanlar gelirmiş ancak yabancılar gelince bu hayvanlar dağlara kaçarlarmış.
İki – üç gün sonra kendilerini yolcu ettik. Ben peşlerinden biraz fazla yürüdüm.
‘Bizimle gelmen daha fazla münasip olmaz, artık geri dön’ dedi.
Ben de vedalaşıp ayrıldım.”(C:1, s: 130-131)
“Kumandan sesini çıkaramadı”

Bu seyahatin şahitlerinden Ahmed Alpaslan daha sonraki yıllarda CHP Ağrı milletvekilliği yapmıştı (1946-1950). Babası ve akrabaları ile birlikte, o sürgün kafilesinde kendisi de bulunmuştu. Trabzon’dan vapurla gelirken hep güvertede oturan Bediüzzaman’a hizmet etmiş. Bir ara kafileye nezaret eden kumandan, Bediüzzaman’ın güvertede oturmasını hazmedemeyerek, “Şunu da aşağıya indirin” diye emir vermiş.
.jpg)
Bu hali gelip Üstad Said Nursî’ye söyledikleri zaman, o, “Bir şey olmaz” diye cevap vermişti.
Ahmed Alpaslan, Bediüzzaman’a hizmet ederken, bir ara çay yapmak için, sıcak su almaya gidiyor. Kaptan köşkünde yine kumandan, Bediüzzaman’ın aşağıya menfilerin (sürgün edilenler) yanına, geminin altına indirilmesini söylüyor. Yine Alpaslan, kumandanın bu sözleri gelip Said Nursî’ye bildirince, Bediüzzaman:
“Çok söylemesin, eğer perdeyi yırtarsam, kendisinin hiç bir kuvveti beni durduramaz” diye haber yolluyor. Kumandan bundan sonra sesini kesiyor. Böylece seyahat hâdisesiz olarak geçiyor.

Ahmed Alpaslan İstanbul Sirkeci Hidayet Camii
Ahmed Alpaslan, “Bediüzzaman’ı Sirkeci’de bir camiye (Hidayet Camii) indirdiler, burada bir müddet kaldı. Burada da ara sıra hizmetlerine bakardım. Ben küçük olduğum için, benim girip çıkmama nöbetçiler pek bir şey demezlerdi” diyor.(C:1 s: 144)
Celal Başer anlatıyor;
“Üstad Hazretleri benden Ahmed Ağa isimli birisini sordu. Ahmed Ağa, Adaman Aşiret Reisi ve Üstadın da sürgün arkadaşlarından Ahmed Alpaslan idi. 1946 seçimlerinde de CHP’den milletvekili seçilmişti. İyi tanıdığımı ve konuştuğumuzu ifade ettim.
“Dikkat ettim, Üstad Hazretleri bu arkadaşına kırgındı… Hem de çok kırgındı…”(C: 3, s: 217)
BARLA HATIRALARI-1926-1934
Köye bir Hoca Efendi gelmiş
Bahri Çağlar hatıralarını şöyle anlatıyordu:
“Üstad Barla’ya ilk geldiği gün (1926 baharı) herkes bir şeyler söylüyordu: ‘Köye bir Hoca Efendi gelmiş. Namı Bediüzzaman imiş. Ankara’dan sürmüşler. Eğridir’den jandarma nezaretinde bir kayıkla gelmiş. 8 ay Burdur’da kalmış. Etraftan halk ve ulema ziyaretine gelmeye başlayınca kimse ile görüştürmemek için dağlar arasında ücra bir köy olan Barla’ya nefyetmişler..”
“Ben Üstadın Barla’ya gelişinin dördüncü günü ziyaretine gittim. Başında sarık, sırtında cübbe, heybetli ve haşmetli bir hali vardı. Gözleri şimşek gibi parlıyordu.(C:1, s: 310)
Sıddık Süleyman’ın Üstadı Tanıması
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi anlatıyor;
“Sıddık Süleyman ağabeye Üstad’ı nasıl tanıdığını sordum. O da şöyle anlattı:
“Biz önle namazını kılmış dışarıda oturuyorduk. Baktık önde nahiye müdürü, arkada karakol komutanı ve ortalarında da bir zat çıkageldiler. Müdür o zata nerde kalacağını sordu.
O da; “Ben medresede kalacağım.” dedi.
Müdür Bey imamı çağırttı. İmam gelince dedi ki; “Bu zat medresede kalmak istiyor, hele bir aç da bakalım.
” İmam medresenin kalmak için uygun olmadığını söyledi.
Müdür; “Hele sen bir aç bakalım.” dedi.
İmam medreseyi açtı, fakat kalınacak gibi değildi. âdeta bir harabeye dönmüştü.
Müdür; “Sen burada kalamazsın, burası çok perişan” dedi ise de o zat ısrarla orada kalacağını söyledi.
İmam bana yakacak bir şeyler getirmemi söyledi. Hemen eve koştum, bir şeyler alıp geldim ve sobayı yaktım.”
İşte Üstad’la böylece tanışmış olduk. Ben evde Üstad’dan bahsedince, hanım şöyle dedi:
”Sen bizi düşünme. Bundan sonra bütün mesaini Üstad’ın hizmetine ver.”
Müdür ve karakol komutanı Barla’dan ayrılırken bakkala uğrayıp şöyle demişler:
“Sakın bu adama kalem ve kâğıt satma!”
Bakkal; “Niye Müdür Bey. Bu adamda ne var ki, ihtiyar, garip ve kimsesiz biri.”
Saf bakkal ne bilsin ki, o zat Bediüzzaman. Ama düşmanı, onu, gayesini ve düşüncesini çok iyi biliyordu.
SIDDIK SÜLEYMAN LAKABINI ALMASI
Bu vesileyle şunu da anlatmadan geçemeyeceğim:
Süleyman Sıddık’ın küçük oğlu, bir gün evin bacasına çıkmış. Bacadan taşların üzerine düşmekte iken,
Üstad; “Süleyman! diye seslenmiş. O sadık, vefakâr, fedakâr ve âlicenap Süleyman ağabey; çocuğunun bacadan düşeceğini gördüğü hâlde Üstad’a doğru koşmuş. Bu hadise üzerine Üstad ona Sıddık lakabını vermiş.”(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 110-111)
Şamlı Tevfik ağabey’den Dinlediğim Hatıra
Şamlı Hafız Tevfik Ağabey Üstad’ı nasıl tanıdığını şöyle anlattı: “Bir gün babamla birlikte Beyoğlu’nda yürürken, yanımızdan heybetli ve celadetli bir zat gelip geçti. Babam onu işaret ederek; “Bu zata Bediüzzaman derler.” dedi. Ben ilk defa o zaman Bediüzzaman’ı duydum ve gördüm. Babam devlet memuru idi. Emekli olunca Barla’dan yer aldı, daha sonra da buraya yerleştik. Demekki, kader geleceğe zemin hazırlıyormuş.
Bu vesileyle Üstad’ı yakından tanıdım ve hizmetinde bulundum. Benim Osmanlıca hattım güzeldi. Bir gün Üstad yanıma geldi, çok heyecanlı idi. Bana: “Tevfik Efendi, ben sana bazı şeyler söyleyeceğim. Yazabilir misin” “Elbette yazarım.” dedim. Üstad; “Eğer anlamadığın veya yazamadığın yerler olursa, sen atla, ben sonradan oraları tamamlarım.” dedi. Üstad söyledi, ben yazdım. İşte Haşir Risalesi böylece yazılmış oldu. “(M. Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s: 111)
Üstadın çay ikramı
Bahri Çağlar anlatıyor; “Üstad yukarı medresede kaldığı zaman hava mülayim ise hiç içeride oturmaz, dışarı çıkardı. Bilhassa hava güneşli ise zemherir de olsa mutlaka dışarı çıkardı. Medresenin büyük salonunda sabahleyin çay içerdi. O esnada merdivende kimi görse elindeki çay bardağı yarım da olsa veya birkaç yudum da kalmış olsa içmesiiçin ona verir ve içmesini isterdi. İçmezsek üzülürdü. Bunun için Üstadı çay içerken gördüğümde merdivende gizlenirdim.”(C:1, s: 415-416)
“Sen sünnet bilmez”
Hulusi Yahyagil anlatıyor; “Bir ziyaretimde çay içerken tam olarak bitirmemiştim. ‘Kardaşım sen sünnet bilmez’ dedi. Bununla, içilen bir şeyin iyice bitirilmesinin sünnet olduğunu ters vermek istemişti.
“Bidayette akşam ile yatsı arasında kimseyi kabul etmezdi.
“Ondaki nezaket”
Ondaki nezaket ve tevazu bambaşka idi. Bir gün ebced hesabı ile bir tarih bulmuştum, fakat bir rakam eksikti. O hiç bu eksikliği yüzüme vurmuyor, gayet nezîhâne ve nâzikâne bir şekilde şöyle diyordu:
“Maşaallah, bu binlerin içinde bir rakamın hiç ehemmiyeti yoktur.”(C:1, s: 324)
Kur’ân ve evrad okuyuşu
Hulusi Yahyagil anlatıyor; Barla’da Üstad Hazretleri namazda (Cehrî okunan namazlarda, bilhassa sabah namazlarında) Kur’ân-ı Kerimin ‘Elhamdülillâh’ ile başlayan sûrelerini okurdu. Kur’ân-ı Kerim’i bambaşka bir tarzda okurdu. Kur’ân’ın hakikatlarını duyarak ve yaşayarak okurdu. Kur’ân’ın İlâhî sedası, onun bütün ruhunu kaplardı. Onun okuyuşu, diğer hocaların ve hafızların okuyuşuna benzemezdi. Tecvid-i manevî üzere okurdu. (Kur’ân’ın mânasına uygun olarak okumak).
“Barla’da bir gece yanında, kalmıştım. Sabahlara kadar uyumadan ibadet ediyor, zikir ediyor, tesbih çekiyordu. Pek az uyurdu, uyur gibi görünürdü.
“Akşamla yatsı arasında evradını şöyle okurdu:
“lâ – ilâhe illallah – lâ – ilâhe illallah
Ey lâ râzıka illallah, Ey lâ ma’bûde illallah.
Lâ ilâhe illallah, Lâ ilâhe illallah.
Ey lâ râzıka illâhû, Ey lâ râzıka illâhû“(C:1, s: 325)
Hataları direkt yüze vurmazdı.
“Bir gün onun huzurunda Risale-i Hamîdiye’nin bahsi geçmişti. Ben onun yazılış tahini 1312 (1896) diye söyledim. Hâlbuki bu tarih yanlışmış. Üstad Hazretleri bu yanlışı yüzüme vurmayarak,
“Yakın kardeşim, yakın” dedi.
“Sonra eve gidince tarihine baktım, 6-7 yıl eksik söylediğimi anladım. Meğer hakiki tarihi 1307 (1891) imiş.
Bitlis’teki şeyhler
“Bir gün Barla’da ilk mülâkatımızda eski bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
“Bitlis’de dört Şeyh vardı. Amma!… Her birisi İmam-ı Rabbanî ha!… Bunların hepsi beni kendilerine çekmek istiyorlardı. Eski Said onların hepsine karşı müstağni kaldı. Onlara dedim:
“Sizin biriniz bana kifayet etmez. Ben dördünüze de intisap edeceğim.” (C:1, s: 326-327)
Hangisine gönderelim?
“1930 senesi ilk ayında Hz. Üstad’ın yanına gitmiştim. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmak’la Fahrettin Paşa (Altay) Eğridir’e gelmişlerdi. Üstad Hazretleri: ‘Kardeşim, Fevzi Paşa ile Fahrettin bana selâm göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz’ü göndereceğim. Yalnız birisine göndermek istiyorum, hangisine göndereyim?…’
“Ben de: ‘Efendim, biz Fevzi Paşa’yı Müslüman biliyoruz’ dedim, ‘isterseniz ona gönderelim. ‘ Hz. Üstad: ‘Yok, yok. Fahri Paşa’ya verin’ dedi.
Üstad Hazretleri Onuncu Söz’ün üzerine kırmızı kalemle kendisine bir dua yazdı ve ayrıca: ‘Bana bir selâm göndermişsiniz, ben de bunu sana gönderiyorum’ diye yazdı. Ben bunu Üstad’dan alarak postaya verdim.
“Bu hâdisede şöyle bir mânâ ve işaret gördüm. Fahrettin Paşa Konya’da iken, 2. Ordu Kumandanı idi, bu sırada Kubilây hâdisesi oldu. Hâdiseden sonra Fahri Paşa istiklâl Mahkemesi Reisliğine getirildi. Hz. Üstad Onuncu Söz’ü ona göndermekle: ‘Dikkat et, seni böyle bir vazifeye getirecekler. Ölüm var, haşir var âhiret var, adaletten ayrılma!’ demek istiyordu. (C:1, s: 331)
“Ben mimi cimi bilmem”
Refet Barutçu anlatıyor; ” 1930 yıllarında idi. Isparta’da şube reisi olan eniştemin yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat olan kütüphanedeki memurla âlimler mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman’a getirdim. Çok büyük bir âlim olduğunu, kendisini mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede olduğunu bilmediğimi ifade ettim.
Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi’nin Barla nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. ‘Allah Allah ben o zatı mütareke yıllarından tanırım, hemen ziyaretine gideyim.’ dedim. Bunun üzerine bazıları görüşmenin mümkün olmadığını ifade edince ‘Kapısında bu şahısla görüşmek yasaktır yazısı var mı?’ dedim. ‘Yok’ dediler. ‘Öyleyse ben giderim.’ ‘Aman gitme, sonra seni mimlerler’ dediler. Bu sözler çok garibime gitmişti. Ne demek istiyorlardı. ‘Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik verenlerden değilim.‘
O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe
Metelik vermem için bende bozukluk yoktur dedim.
“Ziyaretçileri Üstadla görüştüren Bekir Ağa diye bir zatı buldum. İki at temin etti. Barla’ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim Barla’ya gittiğimizi anlıyor: ‘Hoca’ya selam söyleyin’ diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun bir at yolculuğundan sonra Barla’ya geldik. Hemen Üstadın evine indik. Bize Üstadın Paşa kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa Kayasına gittik. Barla’ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler arasındaki bu mevkide Üstad beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine gitmeden 1931’de Isparta’dan kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd’da ilk defa uzaktan gördüğümü ifade etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: ‘Kardaşım, ben sizi tâ o zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.’ diyor; ben mektupta askerliğimden hiç bahsetmediğim halde, bana ‘Ben sende asker ruhu görüyorum‘ diyordu. ilk ziyaretim bu şekilde olmuştu.”
“Ben sizi uğurlamalıyım”
İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka ziyaretini de şöyle ifade ediyordu:
“Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum Bedreddin yanımda olduğu halde Isparta’dan İslam köyüne kadar vasıta ile, oradan da Barla’ya yaya olarak gitmiştik. Ziyaretimiz esnasında konuşurken bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı. ‘Madem bu kardaşlarım benim için yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan’a kadar teşyi etmek mecburiyetindeyim‘ deyince biz onun nezaketi karşısında mahçup olmuştuk. ‘Aman efendim nasıl olur?’ dedik. Çok rica ederek bu fikrinden vaz geçirdik. Yoksa bizi Karaca Ahmed’e kadar yolcu edecekti.”(C:1, s: 383-384)
Üstadın çekilen fotoğrafı
Tarihçe-i Hayat’da bulunan fotoğrafın çekiliş hadisesini H.Enver Tevfik Öztürk şöyle anlatıyor:
“Ankara hükûmeti Bediüzzaman’ın resmini istemişti. Mevsim kıştı. Sırtına bir yorgan alarak, her zamanki heybetli haliyle makinanın karşısında durup poz verdi.
“Fotoğrafı çektikten sonra bana ‘Vazifeni yaptın. Artık resim çekme’ dedi. Ben de Eğirdir’e gidip, fotoğraf makinasını sattım.”(C:1, s: 418)
“Üstad tavuğu niye kovuyor?”
Abbas Mehmed Kara anlatıyor; “Bir akşam üzeriydi, namaz için Yukuşbaşı Mescidine gelmiş, ezanı bekliyorduk. Hocaefendi elinde bir odunla tavuğu kovuyordu. Tavuğu niçin kovduğunu sorduk. Tavuk oradan oraya kaçıyordu, fakat Üstad odunu atıyor, tavuğu dışarı atmak istiyordu. Biz arkadaşlarla bunun sebebini sorduk. Bize cevaben üç yumurta gösterdi. ‘Bu tavuk dün iki tane, bugün ise üç tane yumurtladı. Benim iktisat kaidemi bozuyor. Bu sebepten kovuyorum’ dedi.”(C:1, s: 400)
Eşref Beyi korkutan neydi?
Merhum Bahri Çağlar, “Yirmi Dokuzuncu Söz”deki “Elifler Kerameti” bahsinin şâhitlerinden olan Eşref Beyin oğludur.
Bahri Bey Amcamın anlattığına göre, babası çok hiddetli ve heybetli bir zatmış. Birgün ısrarla geceleyin Üstadın dershanesinde kalmak ister. Üstad ne kadar rıza göstermezse de, rica yoluyla kalır. Gecenin çok ıssız bir vaktinde, aşağıdaki çeşmenin yanından bazı lâhutî sesler ve yine çeşme başındaki taşlardan at nallarının sesleri gelmeye başlar.
Üstad Bediüzzaman, bu zoraki misafiri kaldırıp, aşağıdakilere bakmasını söyler. Fakat o celâlli ve heybetli Eşref Bey korkusundan başını bile yorganın altından dışarıya çıkaramaz. Sonra Üstad, Nur âleminden gelen o nuranî misafirlerin yanlarına iner ve onlarla görüşür. Bizim Barla’nın öfkeli ve hiddetli şahsiyeti Eşref Bey, ancak o zaman başını yorganın altından dışarıya çıkarıp rahat bir nefes alır.
Bu hâdiseden sonra Bediüzzaman’ın yanında kalabilme cesaretini gösteremez. Bir daha da “Ben sizin bu gece misafiriniz olacağım!” gibilerden herhangi birşey söyleyemez.(C1, s: 409-410)
Üstad hatıraya değer verirdi
H.Enver Tevfik Öztürk Bediüzzaman’la ilgili diğer hatıralarını da şöyle anlatıyor.
“Bediüzzaman hatıralara, yadigârlara çok ehemmiyet verirdi. Hafız Mustafa İzmir’den Üstada gömlek göndermişti. Uzun zaman o gömleği giydi. Eskidikten sonra da, o gömleğin parçalarını, başka bir gömleğe yama olarak diktirmişti. Bir ara bana da o parçaları göstermişti.
Avcılık yapmamızı istemiyordu
“Yeniçeşme mevkiinden, avdan geliyordum. Kendisi de bazan Akçeşme mevkiine giderdi. Orada karşılaştık. Elini öptüm. O gün bir keklik avlamıştım. Bana hitaben ‘Sen bunu eşinden ayırdın, dişisi yalnız kaldı. Şimdi ağlıyor, sızlıyor’ dedi. Avcılık yapmamızı istemiyordu. Ben de vazgeçtim.
***
“O gerçekten büyük bir âlimdi. Merkebe ‘işlek’ derdi. Aradan yıllar geçti. Kendisini zaman zaman rüyalarımda görürüm. Bir rüyamda yeşillikler içinde zikrediyordu(C:1, s: 418-419)
Üstadla senli benli konuşurduk
H.Enver Tevfik Öztürk anlatıyor; “Sirke ve soğanla yapılan pullu balığı severdi. Zaman zaman bizim valide yapar, ben de götürürdüm. On beş yaşlarında iken Üstadla arkadaş gibi, senli benli konuşurduk. Şimdi olsa, öyle konuşamazdım, korkardım.”(C:1, s: 420)
Çınar ağacının değeri
Bahri Çağlar anlatıyor; “Barla’da medrese-i nuriyenin önünde bulunan çınar ağacı hakkında Üstad şöyle diyordu:
“Ehl-i hükümet gelerek, ‘Eğer razı olursan şu ağacın bir dalını keseceğiz, sana da 10 bin altın vereceğiz; bu parayı Risale-i Nurun hizmetine sarf edersin’ deseler, Vallahi razı olmam.”
Döküleni topla
“Üstad benden bir tane çam kozalağı istemişti. Ben de koparmak için elimi ağaca uzattım. Üstad, ‘Hayır ağacından koparmayacaksın. Altına dökülenlerden bulacaksın’ diye ikaz etti.
Ağaçtaki taze ekmek
“Bir defasında Üstad bana, ‘Mübarek Süleyman ne yapıyor?’ diye sordu.
“Risale yazıyor” dedim.
“Üstad, ‘Onun söylediği iki kelime var ki, o kelimeler onun için 10 sene risale yazmaktan daha efdaldir. Çam dağında bir ağacın dalları arasında taze ekmek bulduğumuz da, ‘Üstadım, bu ekmek bize helâl olur mu ya?’ demişti.
“Bir seferinde Çam Dağında iken Üstad, Mübarek Süleyman’dan ekmek hadisesi olan mevkide, her defasında iki yumurta yumurtlayan tavuğu soruyor. O sırada büyük bir kartal gelip ağaca çarpıyor. Üstad, hemen tavuk bahsini kapatıyor, uzun bir tefekküre dalıyor.
Nur postacıları
“Risale-i Nurların elle çoğaltıldığı ilk yıllarda eli kalem tutan herkes gönderilen risaleyi yazarak çoğaltıyordu. Isparta’nın civar köylerinde, bilhassa Sav ile Barla arasındaki köylerde çok yazan vardı. Savlılar yazınca kitap Isparta’ya; Ispartalılar Kuleönüne, Kuleönlüler de Barla’ya getirirdi. Yazmasını bilmeyenler de Nur postacılığı yapar, kitapları taşırlardı.
Üstadla gelen bereket
“Üstad Barla’ya ayak bastığı zaman burada öyle bir mahsul oldu ki, her sene dışarıdan buğday alırken, o sene dışarıya biz mahsul sattık. O buradan gidince, o bizleri terk edince mahsullerimiz azaldı. Eski bolluk ve bereket kalmadı. Barla’nın bağ ve bahçeleri sarardı, kurudu. Ekin onda bire düştü. Eskiden çiftçilik yapan 200 aile vardı, şimdi 5’e düştü.
Elleri bağlı deli
“Üstadın hizmetinde bulunduğum birgün yanına Afyon taraflarından elleri bağlı deli bir çocuk getirdiler. Birçok doktora götürdükleri halde iyi olmamış. Elini çözünce insanlara hücum ediyormuş.
“Hz. Üstad, ‘Bunun ellerini niçin bağladınız, çözün’ dedi. Elleri çözülünce çocuk gayet sakin bir hal aldı. Daha sonra da şifa buldu.
“O sırada onları Barla’ya getiren eşeklerden biri heybeden düşen karpuzlardan birini yemiş. Hz. Üstad o zaman karpuzları yemesinin cezası olarak, ‘Bu işleği deniz (Eğridir Gölü) kenarına götürün, odun yükleyerek buraya getirin’ dedi. O şefkat kahramanı aziz Üstad, eşeğe, çok çalışkan ve çok faydalı mânâsında ‘işlek’ derdi.
Bir kitap iki tane olmuş
“Üstad bir gün bana, ‘Sende Tılsımlar Mecmuası var mı?’ diye kitabı istedi.
“Var” dedim.
“Getir, bir meseleye bakacağım” dedi.
Yatsıdan sonraydı. Üstada verdim. Ertesi gün öğleden sonra geldiğimde, baktım ki, Üstad hepsini okumuş: ‘Al kitabını, hepsini okudum’ dedi.
“Almayacağım’ dedim.
“Neden almıyorsun?’ dedi.
“Sakladığım yerde iki tane imiş’ dedim. Hâlbuki Üstad istemezden önce orada iki tane kitabın olduğunu ben de bilmiyordum.
Yırtmaya kıyamadım
“Kule önünde Küçük Ali vardı. Bir gün gittim, sordum: “Tılsımlar mecmuası ciltlendi mi?’ ‘Hayır, daha ciltlenmedi’ dedi. Üç gün sonra tekrar gittim. ‘Ciltlenecek filan’ derken ‘Siz ciltleyebilir misiniz, beş lira fiat’ dedi.
“Ben de ‘iki tane ver’ dedim, ‘Biraz Osman’ın elinden gelir.’ Götürdüm, ciltledik. Bu sefer Üstaddan, ‘Tılsımlar Mecmuası’nın sonundaki ‘Mâidetü’l-Kur’ân bahsini koparın’ diye haber geldi. Yeni ciltlettiğimiz için koparmaya kıyamadık. Öylece kalmıştı. Üstad isteyince koparmadığımızı fark ettim. Üstad, ‘Niye koparmadınız?’ deyince, ‘Kıyamadım Üstadım’ dedim. Üstad öyle memnun oldu ki, o memnun vaziyetini bir daha göremedim.
Üstadın cübbesi yangını nasıl söndürdü?
“Otların kuru olduğu bir yaz günü Santral Sabri öküzlerini otlatıyormuş. Çobanlardan biri elindeki sigarayı yere atar atmaz, otlar tutuşmaya başlamış. Etrafta da kimse yokmuş. Ateşi söndürmek için biraz toprak atmış, fakat ateş iyice alevlenmiş. Her taraf ormanlık. Sabri Ağabeyin üstünde Üstadın cübbesi varmış. Cübbeyi çıkarmış açmış, ateşe karşı tutmuş. ‘İşte Bediüzzaman Hazretlerinin cübbesi’ demiş. Kudret-i İlâhi, ateş sönüvermiş. Hâdiseyi ertesi gün Üstada bahsetmiş. Üstad da, ‘Keçeli’ demiş. ‘beni orman bekçisi mi yaptın?’
Üç büyük cenaze
“Üstad birgün Santral Sabri‘ye şöyle diyor:
“Önce Yâsin-i Şerif’i oku, arkasından İhlâsı, daha sonra da Cevşeni oku ve üç büyük cenazenin ruhuna bağışla. Bu üç büyük cenaze:
l. Dünyanın geçmiş ömrü.
2. Ecdadın geçmiş ömrü.
3. Kendi geçmiş ömrü.”
200 yıllık ölü
“Bir gün Üstad, yanında Şamlı Hafız Tevfik olduğu halde mezarlığın yanından geçiyorlarmış. Üstad diyor ki: ‘Şurada yatan bir zat var, beni geceleri rahatsız ediyor, kazın’ diyor. Kazıyorlar, bir mezar taşı çıkıyor. 200 sene önce defnedildiği anlaşılıyor. Hâlbuki kazılmadan önce orası dümdüzmüş, mezar olduğuna dair hiçbir alâmet yokmuş. Herhalde gelen geçen çiğnediği için, Üstad o mezarın meydana çıkarılmasını istemiş.
Müftü mahcup oldu
“Eğridir müftüsü halim-selim bir adamdı. Risale-i Nurlara hayrandı. Bir gün mendiline elma koyup Üstada getirdi. Üstad taksiye binmiş hareket etmek üzere idi. Hemen ilerledi, elmayı uzattı. Elma elli kuruş etmezken, Üstad çıkardı iki gümüş lira verdi. Müftü mahcup oldu. Parayı almak istemedi. Bunun üzerine, Üstad ‘Söyle, parayı alsın’ gibilerden benim yüzüme bakınca, Müftü Efendiye parayı almasını söyledim, o da aldı.
Kaplumbağaya dokunmayın
“Bir bahar günü Üstad birkaç talebesi ile beraber kıra giderken yol üzerinde bir kaplumbağa görür. Kaplumbağanın az gerisinde çocuklar oynuyorlarmış. Üstad Hazretleri çocukların yanında durur, muhabbetle bakar ve şöyle der:
“Siz mübareksiniz, masumsunuz, bana dua edin. Bu kaplumbağaya da dokunmayın. Çünkü o da mübarektir.”
“Oradan uzaklaşıp 5 dakika kadar giderler, az sonra tekrar dururlar. Üstad kardeşlerden birisini geriye çocukların yanına göndererek kaplumbağayı çocukların elinden kurtarmasını söyler. Oraya varınca, çocukların sopalarla kaplumbağayı rahatsız ettiklerini görür ve ellerinden alarak uzakça bir yere götürür.
Ağaçta çay içerken
“Sıddık Süleyman Ağabey anlatmıştı:
“Üstad Hazretleri medresenin yanında bulunan çınar ağacının üzerindeki köşke çay bardağı elinde hiçbir tarafa tutunmadan çıkarmış. Bazan geceleri orada kalırmış.
Sarp yamaçlarda rahat yürürdü
“Üstad Çam Dağında iken tepenin Senirkent’e bakan cihetine oturmuş. Burası çok sarp ve dik bir yerdir. Altı tarafı da uçurum. Sıddık Süleyman Ağabey çay pişirmiş. Üstada götürürken ayağım kayar da düşerim diye eli titriyormuş. Bir bardak çayı eli titreye titreye Üstada veriyor. Üstadın kılı bile kıpırdamıyormuş. Üstelik Üstad ökçesi basık ayakkabı giyerdi. Onunla yürümek ise çok zordur. Üstad en sarp ve dik yamaçlarda bile rahatça yürürdü.
Yarım şeker israfı
“Sıddık Süleyman Üstad Hazretlerinin misafirlerine çay dağıtıyormuş. Elinde yarım tane kesme şeker varmış. Onu boş bir bardağa bırakmış. Bu hâli gören Üstad Hazretlerinin ruhu çok sıkılır ve kendisine şöyle der:
“Eğer yirmi kişiye daha çay verseydin ruhum bu kadar sıkılmazdı. Çünkü sen iktisada riayet etmedin.”
Nurun ilk kapısı
“Üstad Barla’da iken Sıddık Süleyman, Nurun İlk Kapısı’nı vermişti. Bir ara ben de görmüştüm. Aldım bir nüsha yazdım. Bu sıralarda Üstad Kastamonu’da idi. Üstad l6 sene sonra tekrar Barla’ya geldiğinde ikimiz de götürüp kitapları kendisine takdim ettik. Üstad ise hemen Isparta’ya gönderip çoğalttırdı. Bu ismi de o zaman koydu.(C:1, s: 410-414)
Maarif Şurası ve Haşir Risalesinin yazılış sebebi
Ahmed Gümüş anlatıyor; “Birgün Onuncu Söz’ün yazılışını bana şöyle anlattı:
“Ankara’da Maarif Şûrası toplanmış, dinden tecerrüd eden programlarındaki dinsiz görüşleri, talebeler nasıl kabul ettireceklerine dair yaptıkları istişarî toplantıda, felsefe dersleriyle öldükten sonra dirilme olmayacağının talebelere anlatılmasına karar vermişler.
Bu kararın alındığı günlerde Üstadımız Haşir âyetini Barla Denizi (Eğridir Gölü) kenarında kırk defa okur ve Barla’ya döndüğünde Haşir Risalesini kaleme alır. Bilâhare İstanbul’da tab edilerek, Meclis’de mebus olan bir zata gönderilir ve Meclis kapısında mezkûr program hazırlayıcılarından biri ile karşılaşırlar. Kitabı gören şahıs, ‘Said Nursî istihbaratıyla bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor ve bize karşı eserler yazıyor’ diyor. Bu haberi Üstada Kâzım Karabekir Paşa bildiriyor.
“Üstad şöyle diyor: ‘Kardeşim! Maarif Şûrasının böyle bir karar aldığından benim haberim yoktu. Onların kararına göre Cenab-ı Hak Haşir Risalesi’nin yazılmasını bana ihsan etmiş. Yoksa ben kendi arzum ve hevesimle yazmış değilim, ihtiyaca binaen yazıldı.'(C. 4, s: 158)
Risalelerin Te’lifi
Bayram Yüksel anlatıyor; “Hafız Tevfik Ağabey Risale-i Nur’un telif olduğu yerleri bize gösterirken, ‘Bak size bir hatıra anlatayım’ derdi. Bir defasında şunları anlatmıştı:
“Üstadımızla tenha kırlara giderdik. Münasib bir yere oturur, belirli bir noktaya bakardı. Çok süratli söylerdi, ben de çok süratli yazardım. Eli ile ‘Yaz kardaşım’ der ve devamlı bir noktaya bakardı. Arada bir, ‘Dur, kesildi. Git sinekleri kovala’ derdi. Ben de hakikaten çok fazla sigara içerdim, başım şişerdi. Üstadımızdan ayrılır, bir taşın arkasına oturur, sigaramı içer bitirirdim. Üstad, ‘Gel kardaşım, gel’ derdi. Tekrar yazmaya başlardık. Öyle risaleler var ki; bazen bir saatte, bazen iki saatte yazmışız’ Yeminle söylerdi ki: ‘Aynı risaleyi başka zaman iki günde yazmakla bitiremezdim.’
“Bunu mükerrer defa yeminle söyler, ‘Biz o zaman ne hallerde, ne günlerdeymişiz? Kime hizmet etmişiz bilmemişiz, kaçırdık o fırsatları’ derdi. ‘İşte kardaşım bu tayy-ı zaman, tayy-ı mekân budur’ derdi. ‘Ah kardaşım, Üstadın bütün hayatı hep kerametle dolu. Bizler anlatmakla bitiremeyiz’ derdi.
Sıddık Süleyman
“Sıddık Süleyman Ağabey de Üstadımızı anlatmakla bitiremezdi. O da bizlere şunları anlatmıştı: ‘Birgün Üstadımıza içimden dedim, ‘Biz yazıyoruz, biz okuyoruz, Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?’ diye düşündüm. Böyle mülahaza ediyordum. Üstadım, birden, ‘Kardaşım göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım’ dedi. Bu neviden eski ağabeylerin hepsinden bu mevzularda çok şeyler işittik.
“Münasebet geldiği için şunu da geçemiyorum. Birgün bulaşık yıkıyordum, Üstadımız da balkonda (Barla’daki Hacı Enver’in balkonunda) okuyordu. Aramızda on beş metre kadar mesafe vardı. İçimden dedim. Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad, geldiği zaman burada duruyor. Hâlbuki Isparta daha güzel, herşey mükemmel ve Isparta’da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol, diye içimden böyle konuştum. Üstad beni çağırdı. ‘Gel evlâdım Bayram’ dedi. ‘Evlâdım sen burayı kerih görme, burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşaallah‘ dedi.(C:3, s:74-75)
Barla Nahiye Müdürünün hanımının Üstaddan ders alışı
Muhittin Yürüten anlatıyor; “Üstad Hazretlerinin birgün bana şöyle bir tavsiyesi olmuştu: ‘Bir çatı altında yabancı bir kadınla, sakın yalnız olarak bulunma. İster ders, ister başka bir vesileyle olsun. Bunu sakın yapma. Çocuk dahi olsa, yanında muhakkak bir kimse bulunsun.’
“Sonra da başından geçen şu hadiseyi anlattı:
“Barla’daki Nahiye Müdürü benden ders alıyordu. Aldığı dersi de evde hanımına anlatıyormuş. Ailesi de, mutlaka benim ağzımdan ders almayı arzu ediyormuş. Benim ise kadınlarla bir alâkam yok. Müdür Bey gelir gider, hanımının da ders almasını isterdi. Nihayet birgün, ‘Seninle beraber mestûre olarak gelsin. Senin hatırın için bir ders vereyim’ dedim. Geldiler. İşin garibi şu ki, kadın ayakkabısını dışarıya, kocası da içeriye çıkarmıştı. Ben de kimse gelmesin diye kapıyı kilitlemiştim. Ders esnasında kapı açılmak için zorlanmıştı. Bu arada ben hemen ayakkabılara baktım. Hanımın ayakkabısı dışarıda idi. Dersten sonra müdür ve hanımı gittiler. Biraz sonra kapıyı zorlayan geldi. Ona dedim: ‘Dışarıda kadın ayakkabılarını gördüğün zaman kalbine bir şey geldi mi?’ ‘Üstadım, kat’iyyen birşey gelmedi’ dedi.’
“Üstad konuşmalarında sık sık, ‘İhtiyatı, tedbiri elden bırakmayın’ diyerek bizi ikaz ederdi.” .(C:3, s: 208)
Kaynak: cevaplar.org
risalehaber.com