Duyurular

Mevlâna Ve Said Nursî’nin Yetiştiği İlmî Ortam*

Mevlâna Ve Said Nursî’nin Yetiştiği İlmî Ortam*

*Prof. Dr. Recep Dikici                          

Giriş

Türk-İslâm âleminin ender yetiştirdiği âlim ve mutasavvıflardan biri de, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’dir. Asrında kendisinden en çok bahsedilen ve hakkında eserler yazılan Mevlâna, seçilmiş ve sevilmiş insanların başında gelir. Öncelikle Mevlâna’nın Kur’ân-ı kerîm’in ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem)’in hadîslerinin kutsal pınarından içtiği hatırlatılmalıdır. Aynı zamanda Hak yolunun yolcularına mürşid olmak yüceliğine ermiş ve insanlık âleminin önünü aydınlatmış olan Hazret-i Mevlâna, dünya milletlerinin dikkatlerini Yüce olan Varlığa çekmeğe çalışmıştır.

Hazret-i Mevlâna’ya göre Allah aşkı, maddî ve manevî bütün dertlerin devâsıdır. Hak yolunda çekilen çile ve meşakkatler, bir nevi zevktir; ruhun gıdasıdır. Bir an yaratıcıdan gaflet, Mevlâna mesleğinde, günahların en büyüğüdür. Yaratıcıya dost olmakta, ölümsüzlük ve bekâ vardır. Dünya ve nefsânî arzularına düşkünlük ise, hiçlik ve alçalış, sonunda ölmek ve unutulmaktır.

Hazret-i Mevlâna’nın Mesnevîsi başta olmak üzere kaleme aldığı eserler, yüzyıllar boyunca devlet adamlarının, müderrislerin, mutasavvıfların, ediplerin ve şâirlerin ilgisini çekmiş ve medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Ayrıca böylesine önem arzeden Hazret-i Mevlâna’nın Mesnevî’sinin daha kolay anlaşılabilmesı için, birçok İslâm âlimi tarafından tercüme ve şerhleri de yapılmıştır.

Mevlevîlik, Osmanlı topraklarında, bilhassa Anadolu’da hatırı sayılır bir tarikattır. Müslüman-Türk toplumu üzerinde büyük tesirleri görülen Mevlevîlik Tarikatı, toplumu iyiliklere yönlendirirken, siyâsî yönden de devlet adamları üzerinde etkili olmuştur. Bu arada Hazret-i Mevlâna’nın şahsı ve eserleri, bilhassa Mesnevî’si İslâm ülkelerinde yetişen edip ve şâirlerin ilham kaynağını teşkil etmiştir.

İlim ve irfân deryası olan Mevlâna Celâleddîn’den büyük İslâm âlimi Saîd Nursî’nin de manen ilim tahsil ettiği de burada hatırlatılmalıdır. Nitekim Risale-i Nur Külliyatı’nın birçok yerinde (Sözler, 260; Emirdağ Lahikası, s. 187, 197, 380; Lem’alar, s. 272; Şualar, s. 15; Mesnevi-i Nuriye, s. 10; İşaratü’l-İ’caz, s. 274; Kastamonu Lahikası, s. 149; Tarihçe-i Hayat, s. 157, 619; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 142) Mevlâna Celâleddîn’den bahseden ve onu üstadım diye anan Said Nursî, Mektubat adlı eserinin 26. mektubunda şöyle demektedir:

“Birden, nur-u iman, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahmân imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nuranî ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisânım,

    َسْبُنَا الّلهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ”Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi,

3:173) söyledi. Kalbim,

فَاِنْ تَوَلُّوْا فَقُلْ َسْبِىَ الّلهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

“Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.” (Tevbe Sûresi, 9:129) âyetini okudu. Aklım dahi, ıztırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitâben dedi:

Bırak biçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ ender hata ender belâdır bil. Belâ vereni buldunsa eğer, safâ ender vefâ ender atâ ender belâdır bil.
Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün belâ bil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender hebâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül. Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

“Cenâb-ı Hak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediğinde “evet, Sen bizim Rabbimizsin” dedim.

Teşekkür ve minnet bu “Evet” sözünün neresindedir? Zîra o söz, hüznün ve sıkıntıların kaynağıdır.

Bilir misin hüzün ve sıkıntı sırrı nedir?  O, fakr ve fenâfillah kapısını çalmaktır.” (Mektubat s.29-30).

Ayrıca bir arkadadaşını da yanına alarak özel otomobiliyle, çok müştak olduğu ve eski zamanda Anadolu medrese-i ilmiyesi hükmünde olan Konya’ya üç sebep bahanesiyle geldiğini belirten Said Nursî, “Eski Said’in ve Yeni Said’in mühim üstadlarından olan ve onun müridleri olan Mevlevîlerin her yerde Risale-i Nur’la alâkadarlıkları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbanîİmam-ı Gazalî gibi mühim bir üstadım olan Mevlânâ Celâeddin’i ziyaret için gitmiştim.” (Emirdağ Lahikası, s. 486) demektedir.

Mevlâna’nın Yetiştiği İlmî Ortam:

Mevzumuza zemin teşkil edecek böyle bir girişi müteakiben, önce Mevlâna’nın ilmî ortamını, daha sonra da Bediüzzaman Saîd Nursî’nin ilmî ortamını sunalım. Mevlânâ’nın ilmî ortamı şu şahsiyetlerden oluşmaktadır[1]:

1.Şihâbüddîn-i Sühreverdî:

Ebû Hafs Ömer b.Muhammed Sühreverdî, 1144 (h.539) yılında Sühreverd’de doğmuştur. Fıkıh ve kelâm âlimi olan Sühreverdî, amcası büyük âlim Ebü’n-Necîb Abdülkâhir ile Abdülkâdir Geylânî’den tasavvuf ilmini öğrenmiştir. Kendisini yetiştirdikten sonra Bağdat’a gitmiş ve orada birçok talebeye ders okutmuştur. Kazandığı şöhret dolayısıyla, Abbâsi Halifesi en-Nâsır’ın yakınları arasına girmiş ve eserlerini, bu halife adına yazmıştır.

Bir ara halife tarafından Konya’ya Sultan I. Alâeddîn Keykubâd’a gönderilen Sühreverdî, bu şehrin kültürüne katkıda bulunmuştur. Meşhûr İran Şâiri Şeyh Sâdi’yi okuttuğu gibi (1221), tanınmış mutasavvıf Arap Şâiri İbnü’l-Fâriz ile de Mekke’de görüşen bu büyük âlim, 1234 (h.632) yılında Sühreverd’de vefât etmiştir.

Sühreverdî, İmâm-ı Gazzâlî’nin yolunu takip ederek, Yunan felsefesini ve ona itibar eden İslâm filozoflarını tenkid etmiştir. Nitekim o, bu mevzûda Keşfu’n-nesâihi’l-imâniye ve Keşfü’l-fezâihi’l-Yûnâniye adlı eserlerini kaleme almıştır. Fakat onun en meşhûr eseri, ahlâk ve tasavvuf sahasındaki Avârifü’l-ma’ârif adlı kitabıdır. Ayrıca onun eserlerinden Akîdetu erbâbi’t-takî, Behçetü’l-ebrâr ve Bugyetü’l-beyân’ı da zikredilebilir.

Şihâbüddîn-i Sühreverdî, aynı zamanda “Sühreverdiye Tarikati” nin kurucularından sayılır. Ebü’n-Necîb ve yeğeni Şihâbüddîn-i Sühreverdî tarafından Bağdad’da kurulan bu tarikatin esasları riyâzet, halvet, zikir ve mücâhedeye dayanır. Daha çok Afganistan ve Hindistan’da intişâr etmiştir. Sühreverdî Tarikati, Celâliye, Cemâliye, Halvetiye, Rûşeniye, Safeviye ve Zeyniye gibi kollara ayrılır. Bunlardan Halvetiye ile Halvetiye’nin kollları olan Ahmediye ve Şemsiye daha çok Türkiye’de yayılmıştır[2].

  1. Evhadüddîn-i Kirmânî:

Ebû Hâmid, 1213 yılında Kirmân’da doğmuştur. Evhadüddîn-i Kirmânî, Bağdad’da Rukneddîn Süncâsî ve Şihâbüddîn-i Sühreverdî’den ilim tahsil etmiştir. Daha sonra Evhadüddîn-i Kirmânî, Kirmanşehr’de uzun süre öğretimle meşgul olmuş ve ayrıca tasavvuf sahasında ün salmıştır. O, bilhassa sanat kollarında çalışanların teşkilâtlanmasını ve bir disiplin dâiresi içinde yeni yetişen çırakların da tam bir edep ve tam bir ahlâk nümûnesi olmasını arzuluyordu. Bu maksatla Abbâsi Halifesi en-Nâsır, halifeliğini tanıyan bütün İslâm memleketlerine, Fütüvvet Teşkilâtı’nı yeniden canlandırmanın lüzûmuna dâir mektuplar gönderdi.

Evhadüddîn-i Kirmânî de, talebesi Ahî Evren ile birlikte 1205 yıllarında Anadolu’ya gelmiş ve Muhyiddîn-i Arabî, Şems-i Tebrîzî, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî gibi zamanın büyük âlimleriyle görüşmüştür. Konya’ya yerleşen Evhadüddîn-i Kirmânî, kendisi için kurulan dergâhta Sadreddîn-i Konevî’nin de aralarında bulunduğu birçok talebeye ders okutmuş ve 1237 (h.635) yılında vefât etmiştir. Bu zatın türbesi, Konya’da Musallâ Mezarlığı’nın içinde Şücâeddîn türbesinin güneybatısındadır.

Yine meşhûr talebelerinden ve damadı olan Ahî Evren, Evhadüddîn hazretlerinin vefâtından sonra yerine geçmiştir.

Şiirde evhadî mahlasını kullanan Evhadüddîn-i Kirmânî’nin mürettep bir divânı ve bir mesnevîsi vardır. Eserlerinden Misbâhü’l-ervâh ve Menâkıb’ımeşhûrdur.

Bu arada tasavvufî etkisinin XIII. yüzyılda Anadolu’da çok yaygın olduğu ve Halvetiye Tarikatinin Anadolu’da Türkler arasında tutunmasında, Evhadüddîn-i Kirmânî’nin büyük rolü bulunduğu muhakkaktır[3].

  1. Ahî Evren:

Ahî Evren diye tanınan Nasîrüddîn Mahmûd, 1171 (h. 567) yılında İran’ın Azerbeycan taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğmuştur. Tahsilini Horasan ve Mâverâünnehr’de tamamlayan Ahî Evren, zamanının en büyük âlimlerinden Ahmed Yesevî’nin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşmuş ve ayrıca Şihâbüddîn-i Sühreverdî’nin meclislerinde bulunmuştur. Bir hac yolculuğunda (1204), kayın pederi ve hocası olan Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî ve Muhyiddîn-i Arabî ile tanışıp, Anadolu’ya gelmiştir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tıp ilimlerinde derin âlim olan Ahî Evren, Anadolu’da önce Kayseri’ye yerleşmiş ve Ahî Teşkilâtı’nı burada kurmuştur.

1225 yılında Alâeddîn Keykubâd’ın isteği üzerine Konya’ya gelmiş ve bu şehirde de Ahî Teşkilâtı’nı oluşturmuştur. II. Gıyâseddîn Keyhüsrev zamanında, Bâbaîler isyânı ile ilgisinden dolayı beş sene süre ile tutuklanmıştır. Tutukluluk hâli sona erince, Denizli’ye gitmiştir. Bir müddet sonra Sadreddîn-i Konevî’nin daveti üzerine Konya’ya gelip, halka irşâdda bulunmuştur. Şems-i Tebrizî’nin şehid edilmesinden sonra, Kırşehir’e yerleşmiş ve 1261 yılında Ahîlerin başlattıkları isyânın bastırılışı sırasında şehid olmuştur.

Eserlerinden Metâliu’l-imân, Tebsıratü’l-mübtedî ve tezkiretü’l-müntehî, Medh-i fakr ve zemm-i dünyâ, Mükâtebât, Mürşidü’l-kifâye zikredilebilir[4].

4.Şeyh Edebali :

Osman Gâzi’nin kayın pederi ve hocası olan Şeyh Edebali, 1206 (h.603) yılında Karaman civârında doğmuştur. Şeyh Edebali, ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra, Şam taraflarına gitmiş ve orada hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerini tahsil etmiştir. Daha sonra memleketine dönen Şeyh Edebali, bir rivâyete göre Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetleri ile kemâle erişmiştir.

İslâm dünyasında eskiden beri mevcut olan “Fütüvvet Ehli”  ve “Ahîler” ile irtibâtı olan Şeyh Edebali, Bilecik’te fıkıh, tefsir ve hadis dersleri okutmuş ve 120 yaşlarında iken 1326 (h.726) yılında vefât etmiştir[5].

5.Muhyiddîn-i Arabî:

İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olan Ebû Abdullâh Muhammed b.Ali, Tayy kabilesinden cömertliği ile tanınan Hatemü’t-Tâyî’nin kardeşi Abdullâh’ın neslindendir. Muhyiddîn-i Arabî, 1165 (h.560) senesinde Endülüs’teki Mürsiye kasabasında doğmuştur.

Küçük yaşta ilim tahsil etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşında iken babasıyla birlikte İşbiliyye’ye gitmiş ve bilinmeyen bir hastalık yüzünden normal öğrenimini kesmek zorunda kalmıştır. Çekildiği halvetten çıktığında pek çok şeyin kendisine öğretilmiş olduğunu tesbit eden Muhyiddîn-i Arabî, İbn-i Rüşd ile görüşmüş ve 1194 (h.590) yılında Endülüs’ten ayrılarak Tunus’a, 1195’de Fas’a gitmiştir. Karşılaştığı birçok âlimin ilim meclislerinde bulunmuş ve 1199 senesinde tekrar Endülüs’e dönüp Kurtuba’ya gelmiştir. 1201’de yeniden Endülüs’ten ayrılarak Doğu’ya gitmek üzere Tunus’a geçen Muhyiddîn-i Arabî, hacca giderken Mısır’a uğramış ve iki yıl kadar Mekke’de kalmıştır.

Bir ara Şihâbüddîn-i Sühreverdî ile de tanışan Muhyiddîn-i Arabî, gittiği yerlerde İbn-i Asâkir ve Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî gibi büyük âlimlerden ilim öğrenmiştir. Muhyiddîn-i Arabî, çok geçmeden ilminden ve feyzinden istifâde etmek için, kendisine müracaat edilen belli başlı büyük âlimlerden olmuştur.

Ayrıca Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu’ya seyahatte bulunan Muhyiddîn-i Arabî, I. Gıyâseddîn Keyhüsrev’in Selçuklu tahtına oturması ve hacda tanıştığı dostu Şeyh Mecdüddîn İshâk’ın Konya’ya davet etmesi üzerine, hep birden Konya’ya gelmişlerdir. Selçuklu payitahtında Sultanın iltifatlarına mazhar olduktan sonra, tekrar seyahatlerine başlayan Muhyiddîn-i Arabî 1205 ve 1209 yılları arasında Şam, Kudüs, Kahire ve Mekke’ye yaptığı seyahatlerden dönerek, tekrar Konya’ya gelmiştir. Daha sonra Muhyiddîn-i Arabî, merhûm Şeyh Mecdüddîn İshâk’ın dul kalan zevcesi ile evlenerek, Sadreddîn-i Konevî’nin üvey babası olmuştur. Muhyiddîn-i Arabî, 1230 senesinde Şam’a giderek orada son yıllarını geçirmiş ve 1240’da vefât etmiştir.

Muhyiddîn-i Arabî’nin eserleri vefâtından sonra en sevgili ve sâdık talebesi Sadreddîn-i Konevî vasıtasiyle Konya’ya intikâl etmiş ve onun kendi türbesi yanında yaptırdığı kütüphaneye konulmuştur. Bu kütüphane zamanla ihmâle uğrayarak dağılmış, kitapların mühim bir kısmı Yusuf Ağa Kütüphanesi’ne, bir kısmı da İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli kütüphaneleriyle dünya kütüphanelerine dağılmış bulunmaktadır. Muhyiddîn-i Arabî’nin kendi rivâyetine göre 400 kadar eser yazdığı anlaşılmaktadır.

Eserlerinden bazıları şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye, et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye, Mefâtîhu’l-gayb, Akîdetu Ehl-i Sünnet, Füsûsü’l-hikem[6].

6.Sadreddîn-i Konevî:

Ebu’l-Meâlî Muhammed b.İshâk Sadreddîn, 1210 (h.606) tarihinde Malatya’da doğmuştur. Babası İshâk Efendi, Anadolu Selçukluları nezdinde itibarlı bir kişi olup, vefâtından sonra Sadreddîn ile üvey babası Muhyiddîn-i Arabî meşgul olmuştur. Muhyiddîn-i Arabî’den ilim ve feyz alan Sadreddîn-i Konevî, hocası ile Halep ve Şam’a gitmiştir. Yine Mevlevî kaynaklarına göre Sadreddîn Konevî, ilim öğrenmek ve hac için defalarca seyahate çıkmıştır. Kendi ifâdesinden, Mısır’a gittiği de anlaşılmaktadır.

Sadreddîn-i Konevî, bir saray gibi olan Tekkesinde hadîs okuturdu; Muîneddîn Süleyman, Atabek Mecdeddîn, Celâleddîn Mahmûd, Germiyanoğulları Devletini kuran Yakup Bey’in babası Seyfeddîn Ali Sîr, bilginlerden Şerefeddîn Muhammed gibi beyler, vezirler ve bilginler derslerine devam etmişlerdir. Mevlâna’nın cenaze namazının kıldırılmasını O’na vasiyet etmiş olması da, Konya’daki yüksek şahsiyetler arasındaki mevkiini göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî’den daha fazla mantıkçı ve rasyonalist bir bilgin olarak temâyüz eden ve O’nun felsefesini yaymağa çalışan Sadreddîn-i Konevî, Konya’nın en büyük şeyhi ve mütefekkiri olmuştur.

Aynı zamanda büyük bir mutasavvıf olan Sadreddîn-i Ko-nevî, 1274 (h.673) tarihinde Konya’da vefât etmiştir.

Yapılan inceleme ve araştırmalara göre, Sadreddîn-i Konevî’nin Konya ve diğer Anadolu kütüphanelerinde bulunduğu tesbit edilebilen kitaplarının sayısı 25 civarındadır. Ancak Carl Brockelmann, Geschichte Der Arabischen Litteraturadlı bibliyografik eserinde, Türkiye kütüphanelerinde bulunmayan bazı eselerinin çeşitli nüshalarından söz etmektedir.

Sadreddîn-i Konevî’nin eserlerinden Nüsûs, Hukûk, en-Nefehâtü’l-ilâhiyye, Mefâtîhu’l-gayb, Şerhu Ehâdîs-i Erbaînhatırlatılabilir[7].

  1. Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmizî:

1165 (H.561) yılında Tirmiz’de dünyaya gelen Seyyid Burhâneddîn, ilk tahsilini babasından yapmış ve daha sonra kendisini yetiştirmek için Belh’e giderek, Mevlâna’nın babası Sultânu’l-ulemâ Bahâeddîn Veled’in talebesi olmuştur. Seyyid Burhâneddîn 12 yıl hocasının yanında ilim öğrenmiş ve manevî yüksek derecelere erişmiştir. Bundan sonra hocası, oğlu Mevlâna’nın yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi için Seyyid Burhâneddîn’i görevlendirmiştir.

Seyyid Burhâneddîn, hocası Bahâeddîn Veled’in vefâtını müteâkiben Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’yi yalnız bırakmamak ve onun hizmetinde bulunmak için Konya’ya gelmiştir. Seyyid Burhâneddîn, artık Mevlâna’nın zâhirî ve batınî ilimlerde olgunlaştığını ve tasavvufta çok yüksek derecelere ulaştığını anlayınca, Kayseri’ye gitmeğe karar vermiştir.

Mevlâna ve Şeyh Salâhaddîn’in de aralarında bulunduğu pek çok talebe yetiştiren Seyyid Burhâneddîn, Konya’da Şihâbüddîn-i Sühreverdî ile tanışmış ve onunla bir süre sohbet etmiştir.

Seyyid Burhâneddîn’in vefât tarihi kesin olarak belli olmayıp, 1240 (h.638) senesinden sonra vefât ettiği, bazı kaynaklarda kaydedilmiştir. Mevlâna, hocasının vefâtını haber alır almaz, derhal Kayseri’ye gitmiş ve onun kabri başında Kur’ân-ı kerîm okuyup, ruhuna hediye etmiştir. Bu arada Seyyid Burhâneddîn’in kitapları da, Mevlâna’ya teslim edilmiştir[8].

8.Şems-i Tebrîzî:

Şemseddîn Muhammed b.Ali, aslen Tebrizlidir. Evliyânın büyüklerinden olan bu zat, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî’den ilim öğrenip, feyz almıştır. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşmuştur.

Şems-i Tebrîzî, Tebriz’de Ebû Bekr-i Sellebâf’a mürid olmuş ve bu şeyhin yanından, daha üstün bir şeyh bulmak için ayrılarak, Bağdat, Şam ve Haleb’i dolaşmıştır. Konya’ya gelmeden önce Erzurum, Erzincan ve Tokat gibi Anadolu’nun çeşitli şehirlerine uğrayan Şems-i Tebrîzî, Erzincan’da öğretmenlik de yapmıştır. Şems-i Tebrîzî, Sivas, Kayseri ve Aksaray yoluyla 1244’de Konya’ya gelmiş ve Mevlâna ile yolda karşılaştığında, aralarında büyük bir dostluk başlamıştır.

Mevlâna’nın, tasavvufta derinleşmesine ve yaşayışında değişikliklere sebep olan Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra çevresiyle ilgisini kesmesi ve öğrencileriyle ilgilenmemesi, halkın Şems-i Tebrîzî’ye tepki göstermesine sebep olmuştur. Bu tepkilere dayanamayan Şems-i Tebrîzî, Konya’dan ayrılarak, 1246 yılında Haleb’e gitmiştir. Onun Konya’dan uzaklaşması, Mevlâna’da onu sevenlerin beklediği değişikliği sağlayamamış, tam tersine Mevlâna eskisinden de kötü duruma düşmüştür.

Mevlâna, oğlu Sultan Veled’i göndererek, Şems-i Tebrîzî’yi yeniden Konya’ya getirtmiş ve onu evlerinde büyüttükleri Kimya adlı kızla evlendirmiştir. Aralarında gittikçe artan dostluk, Mevlâna’nın yakınlarındaki kıskançlığı yeniden alevlendirmiş ve bazı kimseler tarafından 1247 (h.645)’de Konya’da şehid edilmiştir.

Şems-i Tebrîzî’nin eldeki tek eseri, Makâlât’ıdır. Son yıllarda İran’da basılan bu eserin Türkiye kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunmaktadır. M.N. Gencosman tarafından “Konuşmalar“ adıyla dilimize çevrilen Makâlât’ın dili Farsça olmakla birlikte içinde Arapça bölümler de vardır. Bu kitap, Mevlâna ile Şems-i Tebrîzî arasındaki ilişkileri göstermesi bakımından büyük bir değer taşımaktadır[9].

9.Sultânu’l-ulemâ Bahâeddîn Veled:

Mevlâna’nın babası olan Bahâeddin Veled, 1151 (h.545) yılında doğmuştur. Babası Hüseyin Hatîbî, annesi Harezmşah sultanlarından Alâeddîn Muhammed Harezmşah’ın kızı Emetullah Hatun’dur.

Küçük yaştan itibaren iyi bir tahsil yapan Bahâeddîn Veled, Necmeddîn-i Kübrâ’dan tasavvuf öğrenmiştir. Daha sonra Bahâeddîn Veled, Harezm Sultânı Rukneddin’in kızı Mümine Hatun ile evlenmiş ve Mevlâna Celâleddin-i Rûmî dünyaya gelmiştir.

Rüyâsında Peygamber Efendimizin “Sultânu’l-ulemâ” lakabını verdiği Bahâeddîn Veled, Nişâbur’da Feridüddîn-i Attâr ile Bağdat’ta ise Şihâbüddîn-i Sühreverdî ile tanışıp, sohbet etmiştir. Haccını ifâ ettikten sonra Şam yoluyla Lârende ( Karaman)’ye gelen Bahâeddîn Veled, burada Lârende Beyi Emir Mûsa’nın yaptırdığı medresede yedi sene hocalık yapmış ve sonra Sultan Alâeddin Keykûbâd’ın daveti üzerine Konya’ya gelip, İplikçi Medresesi’ne yerleşmiştir.

Konya’da vaaz ve nasihatlariyle halkı irşâd eden Bahâeddin Veled, Seyyid Burhâneddîn’in de aralarında bulanduğu birçok talebe yetiştirmiş ve 1231 (h.638)’de Konya’da vefât etmiştir[10].

10.Sultan Veled:

Bahâeddîn Muhammed Veled b.Muhammed Celâleddîn-i Rûmî, 1226 yılında Lârende (Karaman)’de doğmuştur. Babası Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, annesi Gevher Hatun’dur. Üç yaşında babasıyla birlikte Konya’ya gelen Sultan Veled, okuma yazmayı ve ilk bilgileri, babasından öğrenmiştir. Sonra o, tahsil için kardeşi Alâeddîn Çelebi ile Şam’a gönderilmiştir. Dönüşünde babasından ders almaya devam eden Sultan Veled, Burhâneddîn Muhakkık-ı Tirmîzî’den ve Şems-i Tebrizî’den ders okumuştur.

Sultan Veled, Şems-i Tebrizî, Konya’dan ayrılıp Şam’a gittikten sonra, babası tarafından, onu geri getirmekle görevlendirilmiştir. Yine o, Şems’in ikinci kayboluşundan sonra da babasıyla beraber, iki defa onu aramak maksadıyla Şam’a gitmiştir.

Mevlâna’nın talebesi Salâhaddîn Zerkûb’un kızı Fatıma Hatunla evlenen Sultan Veled’in, Ulu Ârif Çelebi adlı bir oğlu olmuştur.

Mevlâna vefât ettikten sonra, yerine talebelerinden Hüsâmeddîn Çelebi halife olmuştur. Hüsâmeddîn Çelebi’den sonra da, 1291’de Sultan Veled babasının makamına geçmiştir.

Babasının, hocalarının ve mürşidlerinin ilim, irfan, hâl ve irşâdlarından faydalanarak kemâle erişen Sultan Veled, fevkalâde teşkilâtçılık kabiliyetine sâhipti. Nitekim o, Amasya, Akşehir, Ilgın, Larende, Niğde, Kırşehir ve Erzurum gibi yerlere halifeler göndermiştir. Ayrıca babasının türbesinin yanında kütüphane, mesnevî okuyup okutmaya mahsûs yerler yaptırarak, merkezî bir külliye meydana getirilmesini sağlamıştır. Babasının eserlerinden, fikirlerinden ve yaşayışından mülhem olarak, Mevlevî Tarikatını kuran Sultan Veled, 1312 (h.712)’de Konya’da vefât etmiştir.

Sultan Veled, eserlerini umûmiyetle Farsça yazmış, ara sıra gazel ve mesnevî şeklinde Türkçe şiirler de kaleme almıştır. Divânında 129, İbtidânâme’de 76, Rebâbnâme’de 162 Türkçe beyit vardır. Parçalar, Oğuz lehçesiyle yazılmış şiirler oldukları için Türk dili yönünden kıymetli vesikalardır. Bu ahlâkî ve tasavvufî manzûmelerin hepsi, edebî cihetten bir değer taşımasalar bile, yapı ve ifâde bakımından mükemmeldir.

Sultan Veled’in, Farsça bir Divân’ı, İbtidânâme, İntihânâme, Rebâbnâme isimlerinde Farsça üç mesnevîsi, bir de Ma’ârif adlı Farsça mensûr bir eseri vardır. Ma’ârif’in Türkçe Tercümesi, 1949’da Millî Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilmiştir[11].

Bediüzzaman Said Nursî’ın İlmî Ortamı[12]:

Saîd Nursî, kelâm, tefsir, hukuk, iktisat, siyaset, sosyoloji, psikoloji, güzel sanatlar, tabii ilimler ve mantık gibi sayısız ilim dallarında verdiği eserler ve ileri sürdüğü görüşlerle her meslek mütehassısının takdirini kazanmış, çağımızın müstesna bir âlimidir. İmanla şecaati, ilimle irfanı, madde ile manayı, dünya ve âhiret sorumluluğunu şahsında toplayarak yaşayabilme meziyeti, onda temel gaye olmuştur.

Saîd Nursî, ezberlediği 80-90 kitabı, üç ayda bir defa tekrar eder ve unutmamaya çalışırdı. Talebesi olan Mustafa Sungur Bey’in anlattığına göre, Bediüzzaman bu mevzuda şöyle diyor: “Mahfuzatım olan 80-90 kitapları ezberden tekrarladım. Bunlar, Kur’ân’ın hakikatlarına çıkmağa basamaklar oldu. Sonra Kur’ân’ın hakikatlarına çıktım. Baktım her bir âyetin kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık başka bir şeye ihtiyacım kalmadı. Kur’ân, bana kâfi geldi.”

Üstad, her şeyden önce Kur’ân’ın ve kâinatın talebesidir. Başta Peygamberimiz, Hz. Ebûbekir, Hz. Ali, Hz. Geylani ve annesi Nuriye Hanım olmak üzere birçok âlim, veli, mütefekkir, onun hayatında, bu anlamda büyük yer kaplar. Evet, o, Peygamberimiz, Hz. Ebûbekir, Hz. Ali ve Hz. Geylani gibi zatlardan mana veya rüya âleminde ders alır. “İlk öğretmeni” Nuriye Hanımdan şefkat ve merhamet dersini talim eder. Bunların yanında birçok âlimin rahlesinde diz çöker. Birçok velinin sohbetine iştirak eder. Binlerce talebe yetiştirirken, rahlenin bir yanında da kendisi vardır. Öğretirken öğrenir de. Bu anlamda talebeleri de onun ilmî ortamına katkı sağlamıştır.

Üstadın ilmî ortamının oluşmasına doğrudan veya dolaylı olarak katkı sağlayan şahsiyetlerin bazılarını aşağıdaki şekilde tespit ettik. Umarız bu çalışmamız daha derinlikli çalışmalar için bir kaynak teşkil eder.

  1. Abdurrahman-ı- Tağî (Hocası):

Abdurrahman Tağî, Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbgatullah’ın halifesidir. Hazret-i Ziyâeddin’in babasıdır. Hizan’a bağlı Tağ köyünde medresesi vardı. Emirdağ mektuplarında Bediüzzaman “Nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbî Isparta’da birden bire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldı” şeklinde Seydâ’dan bahsetmektedir. Bediüzzaman o zamanlarda dokuz-on yaşlarında olduğunu ifade etmektedir. Abdurrahman-ı Tağî, Nurslu talebelere, bilhassa küçük Said’e çok alâka gösterdiği, iltifat ettiği, geceleri yatarken üzerlerini örttüğü, Nurslu talebelerin içinden birisinin İslâmiyet’e çok büyük hizmetler edeceğini, İslâm’ı tecdid edeceğini ifade ettiği, onun için bu kadar alâka gösterdiğini söylediği rivâyet edilmektedir. Bediüzzaman’ın Emirdağ mektuplarındaki mezkûr mektubu da Abdurrahman-ı Tağî tarafından anlatılanları teyit etmektedir. Abdurrahman-ı Tağî, l886 yılında rahmete kavuşarak Nurşin’de defnedilmiştir.

  1. Şeyh Seyyid Nur Muhammed (Hocası):

Bediüzzaman’ın medrese eğitimine başladığı dönemdeki ilk hocasının Şeyh Seyyid Nur Muhammed olduğu Tarihçe-i Hayat’taki ifadelerden anlaşılmaktadır. Bediüzzaman, meşhur Nakşî evliyâlarından Gavs-ı Hizânî Hazretleri’nin oğlu olan bu zât için kendisinin Nakşî üstadı olduğunu söyler ve aynı dönemdeki diğer iki üstadının isimlerini şöyle zikreder: “Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadirî üstadlarımdan Nureddin, Kur’ân Üstadlarımdan Nûri…” (Barla Lâhikası)

  1. Bitlisli Şeyh Emîn Efendi (Şirvanî) (Hocası):

1822-1906 yıllarında yaşamıştır. Bitlis hanedanından bir zat olan Emin Efendi, seyyidler kafilesindendir. Yüzyılımızın başlarında Sultan İkinci Abdülhamid Hanın daveti üzerine İstanbul’a giderek, orada iki yıl kadar misafir olmuştur. Bir kervansaray mahiyetindeki evi ve dergâhı uzun yıllar etrafa Nakşî nurunu saçmıştır. Bediüzzaman’ın Şeyh Emin Efendi ile münasebeti çocukluk yıllarında cereyan eder. Bu münasebet Tarihçe-i Hayat’ta (s. 37-38) tafsilatlı şekilde anlatılır.

  1. Molla Fethullah Efendi (Hocası):

Nakşî şeyhlerinden Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri’nin talebelerindendir. Vefatından sonra onun yerine geçmiş, ilim ve tarikat yoluyla dine hizmet etmiştir. 1899 yılında Bitlis’te vefat etmiştir.

Bediüzzaman’ın Siirt’te medresesinde eğitim gördüğü hocasıdır. Molla Fethullah ulemaya, “Bizim medreseye gâyet genç bir talebe geldi, her ne sual ettimse bila tevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım” diyerek, onu pek çok metheder. Said Nursi’ye “Bediüzzaman” unvanını Molla Fethullah’ın verdiği rivayet edilmektedir.

Birgün Molla Saîd, hocasının kendisini imtihan etmesini istedi. Hoca hangi kitaptan sorduysa üstad cevap verdi. Hocası onun harika bir zekâya sahip olduğunu anladı. Fakat acaba kuvve-i hafızası nasıldır? Makamat-ı Harîrî’den bir sayfa okuyarak:

-Bunları hıfzedebilir misin? Dedi. Üstad kitabı aldı, birkaç defa kitabı gözden geçirdikten sonra, hıfzettiğini söyledi. O zaman hocası hayrette kaldı, harika bir zekâya sahip olan çocuğun hafızasının da çok yüksek olduğunu anladı.

Üstad orada iken “Cemü’l-cevâmi” kitabını günde birkaç saat meşgul olmakla, bir haftada hıfzetti. Hocasının yüksek takdirine mazhar oldu.

Ayrıca üstad, Şerhu’l-Mevâkıf ve İbn Hacer gibi anlaşılması zor kitapları da okumuştu.

  1. Molla Abdullah (Hocası):

Bediüzzaman’ın ağabeyidir. Bediüzzaman’a bir süre hocalık yapmıştır. Molla Abdullah 1888 yılında medreseden icazet alarak evine dönmüştür. Kardeşi Said’le okudukları kitapları karşılaştırırken onun ilmi derinliğini fark ederek sekiz ay evvel talebesi olan Said’i, kendine Üstad olarak kabul ederek ders almaya başlamıştır. Nitekim üstad, abisi henüz Şemsî şerhini bitirmiş iken, seksen kitap okumuştu. 1914 yılında Nurs köyünde vefat etmiştir. Daha sonraları oğlu Abdurrahman, Bediüzzaman’a talebe olmuştur.

  1. Şeyh Muhammed Celâlî (Hocası) :

1851 yılında Arvas’ta dünyaya gelmiştir. Uzun yıllar Celâlî kabilesi arasında kaldığı için kendisine “Celâlî” denilmiştir. Doğubeyazıt’ta üç ay Bediüzzaman’a ders vermiştir. Bu zaman zarfında “Molla Camî” adlı kitaptan itibaren medreselerde okunması âdet olan bütün kitapları sıra ile okuyarak bitirmiştir. Buna da, şerh ve hâşiye kısımlarını bırakıp her kitabın yalnız metin kısmından beş-on ders okuyarak muvaffak olmuştur.

Hocası Şeyh Mehmet Celâlî Efendi, niçin böyle yaptığını sorunca Said:

– Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar, bir mücevherat kutusudur, bir hazinedir; anahtarı da sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizi istirham ediyorum. Bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhere tab’ıma muvafık olanlara çalışırım, şeklinde cevap vermişti. Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcut olan teceddüt fikrini medrese usullerinde göstermek ve tatbik etmekti. Bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zayi edilmesine mani olmaktı.

Şeyh Muhammed Celâlî, l9l4 yılında Siirt’in Şirvan kazasında vefat etmiştir.

  1. Muhammed Küfrevî (Hocası):

Nakşî şeyhi Muhammed Küfrevî, Siirt’in Küfre köyünde l775’te dünyaya geldi. Hocası Seyyid Tâhâ Hakkarî, asrının müceddidi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin hâlifelerindendir. 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında vefât ettiği zaman, Sultan Abdülhamit Han onun için bir türbe yaptırmıştı. Muhammed Küfrevî Hazretleri’nin Kabri Bitlis’in Kızıl Mescid Mahallesindedir.

Bediüzzaman’ın çocukluk ve gençlik devresinde en son ders aldığı hocası Muhammed Küfrevî Hazretleridir. Barla Lâhikasında ondan şöyle bahsedilir: “Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübârek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü’l Küfrevî (Kuddisesırruhu)…”

  1. Mevlâna Halid-i Bağdadî (Manevî Hocası):

Bundan önceki asrın müceddidi olan Mevlâna Halid Ziyâeddin, aslen Süleymaniyeli Ahmed Ağa isminde bir zatın oğludur. Nesli Hazret-i Osman’a (r.a.) dayanmaktadır.

Nakşibendî mürşidi olan Mevlâna Halid’in hayatı, Nakşî tarikatının tarihinde pek ehemmiyetli bir safha teşkil etmektedir. l776’da Süleymaniye’ye bağlı Karadağ’da dünyaya gelen Mevlâna Halid, küçük yaşlarda ilim tahsil etmek için, Erbil’e bağlı Köysancak ve Harir taraflarına gitmiştir. Devrin şöhretli âlimlerinden ders almıştır. Sinence’de meşhur âlim Muhammed Kasım’dan riyaziyat, hendese, hesap ve astronomi dersleri almıştır. Zühdü ve takvâsıyla bilinen Mevlâna Halid, aklî ve naklî ilimlerle de meşgul olmuştur.

Mevlâna Halid, Hindistan’a gitmeden evvel hep ilmî eserler, ondan sonra ise tasavvuf ve tarikata dair eserler yazmıştır. Dokuz adet ilmî eseri bulunmaktadır. Altı tane de Farsça tasavvufi eseri vardır

l805’de Diyarbakır, Halep ve Şam üzerinden Hicaz’a gitmiştir. l809’da Hindistan’a giderken yolda birçok âlim ve fâzıl zatla tanışmıştır. Şeyh Abdullah-ı Dehlevî’nin bir yıl hizmetinde kalmıştır. Orada Kadirî, Nakşî, Sühreverdî ve Kübrevî tarikatlarından icazet alarak, l8ll’de Süleymaniye’ye dönmüştür.

l826’da Şam’da vefat etmiştir.

l940 civarında yazıldığı tahmin edilen bir mektubunda Üstad şunları ifade etmektedir:

“Eski zamanda, on dört yaşında iken, icazet almanın alâmeti olan Üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…

O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip, veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâyı azimeden dört-beş zatın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bu günlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğine bazı emârelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum. (Bu mübarek emaneti Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Asiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım…)

  1. Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah (Manevî Hocası):

Doğum tarihi bilinmemektedir. l87l yılında vefat etmiştir. Bediüzzaman sekiz-dokuz yaşında iken, ahali Gavs-ı Hizan’dan istimdat ederken, Bediüzzaman “Yâ Gavs-ı Geylânî’ diyerek Geylani Hazretlerinden istimdat ederdi. Gavs-ı Hizan, Hizan yakınlarında Gayda kasabasında bulunan bir tepecikte medfundur.

Bediüzzaman’ın babası Sofi Mirza Efendi, zaman zaman Seyyid Sıbğatullah Hazretlerini ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerin birinde Seyyid Sıbğatullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza’ya meclisin başköşesinde yer göstermiştir. Orada bulunan ulemâ ve hulefâ, bu basit, ümmî Nurslu köylüye neden bu kadar alâka ve hürmet gösterdiğini sordukları zaman, Gavs-ı Hizan şu cevabı vermiştir: Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak, bunun sulbünden öyle bir zat gelecek ki, o zata baba olmayı ben on gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa, o gelecek zata böyle bir baba olmayı tercih ederim!

Bediüzzaman, Münazarat’ta kendisinden övgü ile bahsetmektedir: Şu üslûp, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, Halid Ziyâeddin, Seyyid Tâhâ, Seyyid Sıbğatullâh ve Seyda gibi evliyaya işâret var.

  1. Ziyâeddîn Efendi (Manevî Hocası):

Muş vilâyetinin Nurşin köyündendir. Nur risalelerinde ismi geçen Ziyaeddin Efendi “Hazret” unvanı ile anılırdı. Bediüzzaman’ın büyük kardeşi Molla Abdullah’ın şeyhi ve hocasıdır. Kendisinin ilk icazetli talebesi Molla Abdullah Nursî’dir. Ziyaeddin Efendi İstiklâl Harbinde vatan müdafaası için çarpışırken kolunu kaybetmiştir.

Bediüzzaman, Molla Abdullah’ın bağlı olduğu bu zatla ilgili olarak Kastamonu Lahikasında “Molla Abdullah” ile bir muhaveremi hikâye ediyorum” diye başlayan cümlelerde “Hayalî ve hakikî Ziyaeddin” merkezinde hakikat dersi vermektedir.

  1. Şeyh  Bahit (Görüştüğü Âlim):

Şeyh Muhammed Bahit l854 yılında Mısır’da doğmuş, l935’te aynı yerde vefat etmiştir. Keskin zekâsıyla bilinen Şeyh Bahit doğduğu kasabada Kur’an-ı Kerim’i, takiben de birçok dinî ve ilmî eseri hıfzetmiştir. Şeyh Mehdi ve Şeyh Abdurrahman Şirbini gibi zatlardan dersler almıştır. Ezher’de okunan fıkıh, nahiv, hadis, usûl, tefsir, belâgat, mantık ve hikmet kitaplarının büyük ekseriyetini, mezkûr hocaların yanında okumuştur. Ezher Üniversitesini birinci derecede bitirmiştir. Daha sonra Ezher’de mantık, hikmet, tevhid, fıkıh ve nahiv konularında dersler vermiştir. Çeşitli yerlerde kadılık yaptıktan sonra, İskenderiye’de müfettiş olarak çalışmıştır. Mısır Şeriat Mahkemesi heyetinin azalığını yapmıştır. Mısır’a müftü olduğu zaman, Muhammed Abduh’un bazı yenilikçi düşüncelerini tenkit etmiştir.

Şeyh Bahit l908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilânı günlerinde İstanbul’a gelmiş ve Bediüzzaman ile görüşmüştür. Bediüzzaman’ın cevapları karşısında, “Ben bu gençle münazara edip de galebe çalamam, bu mağlûp olmaz bir dehadır” diyerek Bediüzzaman’ı takdir etmiştir.

  1. Ahmed-i Hanî (Manevî veİlmî Ortamı):

XVII.yüzyılda Hakkari ve Ağrı’da yaşamış edip, şâir, tarihçi ve mutasavvuf. En ünlü eseri Kürtçe yazılan “Mem ü Zin” dir. Bediüzzaman bir süre Ahmed-i Hani türbesinde inziva hayatı yaşamıştır.

Said bu sırada, bazen gizlice edip ve dahi olan Molla Ahmet Hanî’nin kabrine kapanır, bazı geceler bile orada kalırdı. Artık tamamiyle tasavvuf yoluna girmişti. Halk onu Ahmed Hanî’nin feyzine mazhar olmuş diye telakkî ediyordu. Üstad bu sırada ancak 14, 15 yaşında idi.   

  1. Mir Hasan Veli (Manevî ve İlmî Ortamı):

XV.yüzyılda Van’da yaşamıştır. Bediüzzaman, Mir Hasan Veli Medresesinde bir süre eğitim görmüştür. Bahçesaray’ın girişinde mezarlık içerisinde bulunan medrese, Mir Hasan Veli tarafından XVI. yüzyıl içerisinde yaptırılmıştır. Biri 1737, diğeri 1858 olmak üzere iki onarım kitabesi bulunmaktadır. Yapının günümüze kadar ancak zemin kat hücreleri gelebilmiş, diğer kısımlar temel seviyesine kadar yıkılmıştır. Kareye yakın dikdörtgen bir alana oturan medreseye güney cephenin ortasına açılmış kapıdan girilmektedir. Ortada bir giriş holü, bunun iki yanında büyükçe birer oda olduğu tahmin edilmektedir. Kuzeyde ise, dikdörtgen plânlı, üzerleri beşik tonoz örtülü beş oda sıralanmaktadır. Bunlardan ortadaki üç tanesi sağlamdır. Kalan izlerden iki katlı olduğu anlaşılan yapı, moloz taş malzeme ile inşa edilmiştir.

  1. Abdulbâkî Arvâsî (Talebesi):

1899 yılında Arvas Köyünde doğmuştur. Babası Van eski müftülerinden Şeyh Masum Efendidir. Dedesi ise Seyyid Fehim Efendidir. Bediüzzaman Hazretlerinin Van Kalesi’ndeki Horhor Medresesi talebelerindendir. 1979’da vefat etmiştir.

Abdülbaki Arvasi hatıralarında diyor ki:

Birinci Cihan Savaşından önce Van’da idadi (lise) mektebinde okuyordum. Okula sık-sık gitmez, hep Bediüzzaman’ın Horhor’daki medresesine giderdim. ‘Niçin mektebe gitmedin, yine mi kaçtın?’ derdi. Ben de kendisinin yanında okumak istediğimi söylerdim. Horhor’daki medresesinde yeşil kaplı bir masası vardı. Bu masanın üzerine raptiyelerle, ‘Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz’ meâlindeki hadisi yazmıştı. Tahsilin sonunda olan talebelere bizzat kendisi ders verirdi. Hep seçme talebeleri vardı. Yirmi beş kadar talebeye ders veriyordu. Beni çok severdi, hiç ismimle hitap etmezdi. ‘Birazi’ (yeğen) derdi.

“Dağda toprak bir manastır harabesinde oturuyordu. Çok basit bir yaşayışı vardı. Bir hasır, bir keçi postu vardı. Biz Şark lisâniyle mitil deriz, yüzsüz bir de yorgan vardı. Ufak tefek bazı zaruri eşyalar da etrafta gözüküyordu.

  1. Abdullâh Ekinci (Talebesi):

1899 yılında Van’da doğmuştur. Polis eski müdürlerindendir. Bediüzzaman’ın Van’daki eski talebelerindendir. Molla Hamid Ekinci’nin ağabeyidir. 1980 yılında Van’da vefat etmiştir.

  1. Abdulmecîd Perihanoğlu (Talebesi):

1878 yılında doğmuştur. İsmail Perihanoğlu’nun babasıdır. Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. Barla Lâhikası’nda ismi geçer. 1962 yılında Van’da vefat etmiştir.

  1. Abdulvahab (Talebesi):

Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. Bitlis Deresinde Bediüzzaman ile birlikte, Ruslarla çarpışmıştır.

  1. Abdurrahîm Zabsu (Talebesi):

Abdurrahim Zapsu, 1890 yılında Van’da doğmuştur. Avukattır. Bediüzzaman’ın milis alayı gönüllülerindendir. Rus esaretini Ehl-i Sünnet dergisinde ilk olarak yazan kişidir.

Soyu, baba tarafından Abdülkadir Geylani, ana tarafından Abbasi sülâlesine dayanmaktadır. Osmanlı döneminin son ilahiyat mezunlarındandır.  Üç ciltlik ‘Büyük İslâm Tarihi’ adlı kitabıyla birlikte pek çok kitabı vardır. Said Nursî’nin hem talebesi, hem silâh arkadaşıdır.

Abdurrahim Zapsu, Şeyh Said hadisesinin etkili isimlerinden sayılarak sürgün yemiş, hapis yatmıştır. Necip Fazıl Kısakürek’in öncülüğünde kurulan Büyük Doğu Cemiyetinin de kurucu üyeliğini ve İstanbul’da, Dicle Talebe Yurdunun yöneticiliğini de yapmıştır. Abdurrahim Zapsu, Bedirhan Aşireti lideri Bedirhan Paşanın torunlarından Arusî Şeyhi M. Aziz Çınar’ın kızı Hidayet Hanımla evlenmiştir. Bu evlilikten üç çocuğu olmuştur. Kızı Hale, Musa Anter’le evlenmiştir. Oğlu Mustafa Pertev, ‘Massey Ferguson’ traktörlerinin Türkiye’deki imalatçısı Uzel ailesinin kızı Gaye Uzel ile hayatını birleştirmiştir. Bu evlilikten Cüneyt Zapsu doğmuştur.

Bediüzzaman’ın Rusya’da esarette iken, kampı teftişe gelen kumandana ayağa kalkmaması hadisesini ilk defa basında duyuran Abdurrahim Zapsu’dur.

Hadise, l9l7 yılında, Moskova’nın kuzeydoğusundaki Volga nehri kenarında Kosturma’da cereyan etmiştir. O yıllarda Hazar Denizi’ndeki Nargin Adasında esir olan Abdurrahim Zapsu, hadiseyi bir subaydan dinlemiştir.

Aradan otuz sene geçmesine rağmen, Bediüzzaman hadiseyi hiç kimseye anlatmamıştır. Abdurrahim Zapsu’nun l948 yılında Ehl-i Sünnet mecmuasında hadiseyi anlatan makâlesini kendisine okuyanlara Bediüzzaman şöyle demiştir:

“O esaret hadisesinin aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manganın beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Rusça bir şeyler söyledi, ben bilmedim. Demek, hazır bulunan ve bu hadiseyi gazeteye ihbar eden Müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar ‘affet’ demiş.”

Abdurrahim Zapsu’nun, çok meşhur ve önemli kabul edilen “İslâm Tarihi” isimli eserinin dışında İslâmî sahada birçok eseri bulunmakta olup, ayrıca güzel şiirleri de vardır.

  1. Abdülmecîd Nursî (Talebesi):

Bediüzzaman’ın kardeşidir. 1884 yılında Bitlis’in Hizan Kazasının İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğmuştur. İlk eğitimini burada almıştır. Nurs köyünden sonra Arvas’ta eğitimine devam etmiştir. 1900 yılında Van’a gitmiştir. Horhor Medresesinde ağabeyinin nezaretinde iki yüzü aşkın talebe ile birlikte eğitim almıştır. Arap Dili ve Edebiyatı dalında otoritedir. Bundan dolayı “Bediüzzaman İşaratü’l-İ’caz” ve “Mesnevi-i Nuriye” eserlerinin Arapçadan tercüme edilmesi işini ona vermiştir.

Bediüzzaman’la birlikte Rus harbine katılmıştır. Abdülmecid, Rusların hücumundan ve istilasından kurtularak Diyarbakır üzerinden Şam’a gitmiştir. 1920 yılında tekrar Van’a dönmüştür. Şeyh Said hadisesi ile başlayan ve Bediüzzaman’ın sürgün edilmesiyle neticelenen süreçte öğretmenlik görevinden alınınca Ergani’ye yerleşmiştir. 1936 yılında çocuklarının eğitimi sebebiyle Malatya’ya göç etmiştir. 1940 yılında Ürgüp’e müftü olarak tayin edilmiştir. Ürgüp’te on iki yıl müftülük yapmıştır.

1955 yılında Konya’ya gitmiştir. Buraya geldikten sonra Isparta’ya giderek Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edip, hasret gidermiştir. 1967 yılında vefat etmiştir.

Çok sayıda talebe yetiştirmiştir. “Mantık” adlı eseri yazmıştır. Ayrıca “Haleb-i Sağir” ve “Kaside-i Bürde şerhini” de kaleme almıştır.

  1. İsmâil Perihanoğlu (Talebesi):

1910 yılında Van’da doğmuştur. Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. 1935 yılında Bediüzzaman’la alâkalı olarak Eskişehir’de gayr-i mevkuf olarak yargılanmıştır. Van Belediye Başkanlığı ve Müftülüğü yapmıştır.

  1. Mihri Helav (Talebesi):

Bediüzzaman Hazretlerinin Horhor’daki talebelerindendir. Hukuk Fakültesi okuyarak, avukat olmuştur. Bediüzzaman’ı “Gençlik Rehberi Mahkemesi”nde müdafaa etmiştir.

  1. Molla Hamit Ekinci (Talebesi):

Siirtlidir. Çocukluk yıllarında Van’a yerleşmiştir. Esaret sonrasında Van’da Erek Dağında ve Nurşin Camiinde Bediüzzaman Hazretlerine uzun yıllar talebelik yapmıştır. Mezarı Van’dadır.

Hatıralarında o günleri şöyle anlatmaktadır:

“(Bediüzzaman’ın) Nurşin Camiine gelişlerinden bir ay geçmemişti. Kıymetli âlim zatlar, ders almak için yanına gelmeye başladılar. Molla Resûl, Molla Yusuf, Molla Maruf en yüksek ilmî meseleleri hiç çekinmeden Üstad’a sorarlardı. Nurşin Camii bir ilim ve irfan yuvası olmuştu.

Molla Resûl’ün sorduğu bir ilmî suale Üstad, eski âlimlerden birinin aksine cevap vermişti. Molla Resûl itiraz edince Üstad bu cevabında ısrar etti. Hattâ Üstad biraz hiddetlice:

“Efendiler ‘Eski Said’ öldü, siz hâlâ beni Eski Said olarak tanıyorsunuz. Şimdi karşınızda Yeni Said var. Cenab-ı Hak ‘Yeni Said’e öyle bir ihsanda bulunmuş ki, musanniflerin hepsi ilim denizi olsalar, Said’in topuğuna varamazlar. Her ne kadar metnin zâhirine, söylediğim mâna sizce muvafık görünmüyorsa da hakikatı budur, bunu böyle kabul ediniz. ‘Eski Said’in on senede verdiği derse, ‘Yeni Said’in on ay dersi kâfi gelebilir.’

Üstad, Cuma günleri Nurşin Camiinde vaazlar verirdi. Vaazların konusu haşir, âhiret ve vahdaniyet üzerindeydi. Molla Resûl yine bu vaazlar sırasında bir gün Üstad’a dedi ki: Seyda vaazlarınızdan biz bile anlamıyoruz. Başkaları nasıl anlasın?

Üstad: Evet, vaazlarım anlaşılmıyor. Benim gayem imanın temellerini sağlam inşa etmektir. Temel sağlam olursa, zelzelelerle yıkılmaz. Biriniz yanıma oturunuz, mevzu derinleşince bana hatırlatınız’ diye buyurmuştu.

“O kıştan sonra Üstad Erek dağına çekildi. Zernabad suyunun başında vakitlerini geçirmeye başladı.”

Cumhuriyetin ilk seneleriydi. Henüz sarıklar yasaklanmamıştı. Van’da hocalar hep sarık sararlardı. Fakat Üstad sarık sarmıyordu. Ayrıca cübbe de giymiyordu. Hoca kisvesine girmiyordu. Bir gün talebe arkadaşlardan birisi kendisine:

“Herkes sizi hoca bilmiyor, hoca kisvesine niçin girmiyorsunuz? Niçin sarık sarıp cübbe giymiyorsunuz?’ demişti.

“Üstad o arkadaşa:

“İmam-ı Azam gibi zatların giydiği ilmî kisveyi ben nasıl giyeyim? Onların kıyafetine ben nasıl girebilirim?’ diye cevap verdi.

Zernabad suyu başında, eskiden çok sık ağaçlık vardı. Ağaçlar budanmamış olduğundan dallar birbirine girmişti. Dalların üzerine Üstad’ın çıkıp oturacağı bir köşk yapmıştık. Biz talebeler aşağıda kalıyorduk. Üstad akşamları da, ağaçtaki yerinde kalıyordu. Ben şahit olduğum kadariyle, hiç boş vaktini görmüyordum. Daima bir işle meşgul oluyordu. Ya okuyor, ya dua ediyor, ya namaz kılıyor, mutlaka bir meşguliyeti oluyordu. Yalnız misafirler geldiği zaman onlarla sohbet edip, alâkadar oluyordu.

  1. Molla Resûl (Talebesi):

1872 yılında Siirt’te doğmuştur. Erek Dağında Bediüzzaman’a talebelik etmiştir. Âlim biridir. 1952’de vefat etmiştir. Nur’un İlk Kapısı’nın Van’da, Erek’te yazılmaya başlandığı tahmin edilmektedir. Zira kitabın “On Dördüncü Dersi”nin Lem’alar ve Reşhalar kısmından sonra gelen ve “Ey birader” diye başlayan kısım Molla Resul-ü Gavrî’nin el yazısıdır.

  1. Molla Abdullâh-ı Dibo (Talebesi):

Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. Âlim biridir. 1950 tarihinde Bediüzzaman’ı ziyareti dönüşünde yolda parasını kaybedince, Üstadın emriyle Zübeyir Gündüzalp, Molla Abdullah-i Dibo’ya yetişerek ona yol masrafını vermiştir.

  1. Molla Ahmed–i Cano (Talebesi):

Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. Bediüzzaman hazretleriyle Van’da birlikte bulunmuşlardır. Veli bir zattır. Zeve köyünde Ermeni katliamında Ahmed-i Cano imkânsızlıklar içinde kahramanca çarpışmıştır. Sonunda Ermeniler tarafından şehit edilmiştir. Bediüzzaman Van’da bulunduğu yıllarda yaptığı dualarda, büyük velilerin ismini sayarken, Molla Ahmed-i Cano’ya ismen dua etmiştir. Kabri Zeve Şehitliğinde bir velinin türbesinin yanındadır.

  1. Molla Davud (Talebesi):

Bediüzzaman Hazretlerinin amcası Hacı’nın oğludur. Nurşin Camiinde kaldığı yıllarda Bediüzzaman’a hizmet ederek talebelik etmiştir. Emirdağ Lâhikası’nda Bediüzzaman ondan sıkça bahseder.

  1. Molla Habîb (Talebesi):

Bediüzzaman’ın eski talebelerindendir. Bediüzzaman’la birlikte Ruslara karşı Pasinler, Van ve Bitlis Cephelerinde çarpışmıştır. “İşârâtü’l-İ’câz” ve “Tâlikat” adlı eserlerin kâtipliğini yapmıştır. Ruslarla çarpışırken 1916 yılında Gevaş Cephesinde şehit olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri ondan sitayişle bahseder: Meselâ, Harb içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar!’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini; düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

  1. Molla Münevver (Talebesi):

1873 yılında Hizan’ın Çırçak Köyünde doğmuştur. Gerçek ismi Mehmed Münevver Çetin’dir. Nur talebeleri arasında Molla Münevver olarak bilinir. Horhor Medresesinde Bediüzzaman’dan ders almıştır. Kurtuluş Savaşında Bediüzzaman ile birlikte cihada katılmıştır. 1971 yılında vefat etmiştir.

  1. Molla Saîd (Talebesi):

Üstadın köylüsü ve eniştesidir. Bediüzzaman’la birlikte Bitlis Deresinde Ruslarla savaşan talebelerindendir. Bediüzzaman’la birlikte Ruslar tarafından esârete götürülmüştür.

  1. Molla Yâsin Saatçioğlu (Talebesi):

1876 yılında Van’da doğmuştur. Bediüzzaman’ın eski talebelerinden olup, 15 yıl talebelik etmiştir. Kurtuluş Savaşında Bediüzzaman ile birlikte cihada katılmıştır. 1965 yılında Van’da vefat etmiştir.

  1. Müküslü Hamza Efendi (Talebesi):

Bediüzzaman Hazretlerinin Van’daki Horhor Medresesi talebelerindendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. l960’da Şam’da vefat etmiştir. İşaratü’l-İ’caz tefsirinin kâtibi, muhatabı ve talebesidir. Müküslü Hamza’nın Abdülmecid Ünlükul ile çok yakın ahbaplığı ve arkadaşlığı vardır. Van Valisi Tahir Paşanın oğlu ve yine babası gibi Van valiliğinde bulunan Cevdet Beyin Diyarbakır’daki evinde İşarâtü’l-İ’caz tefsirini yazarlarken mürekkep dökülüp kıvrılarak, bir yılanın kuyruğu şeklini almıştır. Bu esnada takvim yaprakları l9 Şubat l9l4 tarihini göstermektedir. Aynı gün eserin müellifi, Ruslarla aylarca devam eden çarpışmalardan sonra, Bitlis deresinde Ruslara esir düşmüştür.

Müküslü Hamza, İşaratü’l-İ’caz Müellifinin hayatını yazan ilk kişidir. Rus esaretinden dönüşünde neşredilen İşaratü’l-İ’caz’ın takdimi yedi sayfalık bir hayat hikâyesiyle başlar. l9l8’de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın kâğıt parasını verdiği Kur’ân tefsiri İşaratü’l-İ’caz’ın önsözünde, “Uzun bir zaman refakatinde ve dersinde bulunan Hamza Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Tercüme-i halinden bir hülâsadır” şeklinde takdim edilen bu kısa biyografi “müşarünileyhin talebesinden ve Medresetü’l-Vâizîn mezunlarından Hamza” imzasıyla sona ermektedir.

İşaratü’l-İ’caz Müellifi, eski bir talebesi olan Müküslü Hamza’yı telmih ederek, Birinci Mecliste şöyle bir konuşma yapmıştır: Eskiden Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden [din ilimlerinden] aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır. Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedîde okumuş. Sonra ben-dört sene sonra-esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki:

“Ben şimdi, râfızî bir Kürdü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim.’

“Ben de,

“Eyvah!’ dedim, ‘ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatlı hamiyete çevirdim.”

Müellif, talebesinin ilk vaziyetinin vatana ve Türk Milletine ne kadar lüzumlu ve faydalı olduğunu mebuslara anlatarak, dinî tahsile gereken ehemmiyetin verilmesini istemiştir. Mebuslar ise doğuda üniversite açılmasını ve din tahsiline önem verilmesini kabul etmişlerdir..

  1. Seyyid Mehmet Şefîk Arvâsî (Talebesi):

1884 yılında Arvas Köyünde doğmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin dostu ve eski talebelerindendir. 1970 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı Edirnekapı şehitliğindedir. İşaratü’l-İcaz’ın muhatabı ve kâtiplerindendir. Van’da Horhor Medresesinde Bediüzzaman’a talebelik yapmıştır. l943’teki Denizli hapsinde Üstadla birlikte dokuz ay mevkuf bulunmuştur.

  1. Şeyh Celâl Efendi (Talebesi):

Siirtli Şeyh Kardeş veya nam-ı diğer Şeyh Celal, l887 yılında Siirt’te doğmuştur. Siirt’in tanınmış âlimlerindendir. Altmış seneye yakın imamlık vazifesinde bulunmuştur. Bediüzzaman Hazretlerinin Van’daki eski talebelerindendir. Birinci Cihan Harbine Bediüzzaman’la birlikte iştirak etmiştir. l973 yılında Siirt’te vefat etmiştir. Binlerce insan cenazesine katılmış, cenaze namazını Siirt Müftüsü Raif Korkmaz Efendi kıldırmıştır.

  1. Şeyh Reşîd Güleser (Talebesi):
  2. 1317 yılında Buhara’da doğmuştur. Van’da yıllarca müftülük ve hocalık yapmıştır. Bediüzzaman Hazretlerini Horhor Medresesi yıllarında tanımış, ona talebe olmuştur. Van’da yirmi beş yıl vaizlik yapmıştır.
  3. Ubeyd (Talebesi):

Bediüzzaman’ın büyük kız kardeşi Durriye’nin oğludur. Diğer talebeleriyle birlikte Ruslarla savaşırken Bitlis Kalesinin yanında şehit olmuştur. Bu sırada henüz on yedi yaşında olan Ubeyd’in sırtında bayram elbiseleri vardı. Risale-i Nur Külliyatının değişik yerlerinde bu isim övgü dolu ifadelerle yer alır. Üstad Bediüzzaman Ubeyd’den bahsederken “yeğenim, talebem, benim yanımda ve benim yerime şehid olan” ifâdelerini kullanmıştır.

Şonuç

Mevlâna ve Said Nursî, Allahü teâla’nın rızasını gaye, Hazret-i Peygamberi rehber ve Kurân’ı kerîm’i düstur edinmişlerdir. Her ikisi de, Kur’ân-ı kerîm’in ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi vesellem)’in hadîslerinin kutsal pınarından içmişlerdir. Büyük evliyâların sohbetlerine iştirak edip feyz alan bu iki büyük İslâm âlimi, irşadda bulunarak, talebe yetiştirerek ve kıymetli eserler kaleme alarak, hayatlarını İslâmiyete hizmete adamışlardır. Nitekim Said Nursî; “Mevlânâ benim zamanımda gelse idi Risâle-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım” diyerek Mesnevi’nin ve Risale- i Nur’un farklı çağlarda ortak aklı temsil ettiklerini ifâde etmiştir.

Kaynakça:

El-Askalânî, İbn Hacer , (1871),  Lisân el-mîzân, Beyrut.

Bağdatlı İsmâil Paşa, (1955), Hediyyet el-ârifîn, İstanbul,.

Bahadıroğlu, Yavuz, (1989),  Bediüzzaman said Nursî, hayatı, Tefekkürü, Mücadelesi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları.

Brockelmann, Carl, (1942), Geschicte Der Arabischen Litteratur, Leiden.

_______________ , (1937),  GAL, Supplementband, I, Leiden.

Bursalı, Mehmet Tâhir, (1342), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, Matbaa-i Âmire.

Câmiî, Molla Abdurrahmân, (1971), Nefehatü”l-üns Tercümesi, İstanbul.

Çelebi, Kâtip, (1971-1972), Keşf ez-zunûn, İstanbul.

Dikici, Recep, (2011), Hazret-i Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya, Aybil Yayınları.

Edip, Eşref, (1957), Risale-i Nur Müellifi Said Nursî, Hayatı, Eserleri , mesleği, İstanbul, Sebîlürreşad Neşriyatı.

Eflâkî, Ahmed, (1980)Menâkibu’l-ârifîn, Çeviren: Tahsin Yazıcı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Furuzanfer, B., (2005), Mevlâna Celâleddin, Çeviren: Feridun Nafiz Uzluk, Konya, Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları.

Gölpınarlı, Abdülbâki, (1959), Mevlâna Celâleddin, İstanbul, İnkılap Kitabevi.

El-Hanefî, Muhammed, (1981), Sefînetü’l-evliyâ, İstanbul.

El-Hemedânî, Abdülvehhâb b.Celâleddin, Sevâkibü’l-menâkıb, Süleymâniye Kütüphanesi, Âşir Efendi Bölümü, 154 varak 12b-14b.

Işık, İhsan, (1990), Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk, İstanbul, Ünlem Yayınları.

İbn Hallikan, (1948), Vefeyat el-a”yân, Kahire, Mektebetu”n-nahda.

İbn el:İmâd, (Trz.), Şezerât ez-zeheb, Beyrut.

Kahhâle, Ömer Rıza, (1969), Mu’cem el:muellifîn, Beyrut.

Konyalı, İbrahim  Hakkı, (Trz.), Konya Tarihi, Ankara.

El-Kutubî, (1973), Fevât el- Vefeyât, Beyrut.

(1968), Menâkıb-ı Evhadeddn Kirmânî, Tahran.

Mecdî Efendî, (1269), Şekâik Nu’mâniye Tercümesi, İstanbul, Matbaa-i Âmire.

Mikâil Bayram, (1999), Anadolu Selçukluları Zamanında Konya”da Dînî ve Fikrî Hareketler, Dünden Bugüne Konya”nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya.

Mustafa Can, Mustafa, (1989), Sadreddin Konevî”nin Eserleri ve Kütüphanesi, Selçuk Araştırmaları Merkezi Selçuk Dergisi, Sayı: 4, Konya.

Mürsel, Sâfa, (1976),  Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları.

en-Nebhânî, Yûsuf, (1980), Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, Beyrut.

Nevâyî, Ali Şîr, (1996),  Nesâyimü”l- mahabbe min şemâyimi”l-fütüvve, Hazırlayan : Kemal Eraslan, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.

Nursî Said, (2004), Barla Layihası, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (2004), Emirdağ Layihası, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (1999), İşaratü’-İcaz, Çeviren: Abdülmecid Nursî, İstanbul, Zehra Yayıncılık.

________ , (2004), Kastamonu Layihası, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (1999), Lem’alar, İstanbul, Zehra Yayıncılık.

________ , (2005), Mektubat, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (1998), Mesnevi-i Nuriye, Çeviren: Abdülmecid Nursî, İstanbul, Zehra Yayıncılık.

________ , (1993 ), Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul, Envar Yayınevi.

________ , (2004), Sözler, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (2004), Şualar, İstanbul, Söz Basım Yayın.

________ , (2008 ), Tarihçe-i Hayat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat.

Oral, Mustafa, (2012), Bediüzzaman’ın Entelektüel Kişiliğinin Temelleri, İstanbul.

Risâle-i Sipahsâlar.

Ritter, H., (1977),  Celâleddin Rûmî, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi.

Sadeddin, Hoca,  (1279), Tâc et-tevârih, İstanbul, Matbaa-i Âmire.

Salihî, İhsan Kâsım, (1993), İslâm Önderlerinden Bediüzzaman Said Nursî, ve Eseri, Tercüme: Azîz Hatiboğlu, İzmir, Işık Yayınları.

Es-Subkî Taceddîn, (1964), Tabakât eşŞâfiiyye, Kahire.

Şahiner, Şahiner, (1974),  Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul, Yeni Asya Yayınları.

Eş-Şa’rânî, (Trz.), Tabakât el-kübrâ, Mısır.

Şemseddin, Sâmî, (1306),  Kâmûs el:a”lâm, İstanbul, Mihran Matbaası.

Şener Dilek-Tatlı, Adem, (1992), Bediüzzamansaid Nursî’nin Tesbitleri Işığında Millî ve Manevî Problemlerimizin Hal Çareleri, Konya, Şems İlmî Araştırma vakfı, Konya.

Taşköprîzâde Ahmed Efendi, (1968), Miftâh es-se’âde, Kahire, Dâr kutubi”l-hadîse.

Yılmaz Öztuna, (1948), Türk Ansiklopedisi, Ankara, Millî Eğitim Basımevi.

Ez-Zehebî, (1963), Mizânu’l -i”tidâl, Mısır.

________,(1956), Tezkiret el-huffâz, Beyrut, Dâr turâs Arabî.

Ez-Ziriklî, Hayredin, (Trz.), el-A’lâm, Beyrut.

Dipnotlar

* Prof. Dr. Recep Dikici Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

[1] Dikici, Recep, (2011), Hazret-i Mevlâna ve Mevlevîlik, Konya, Aybil Yayınları.

[2] İbn Hallikan, (1948), Vefeyat el-a”yân, Kahire, Mektebetu”n-nahda, VIII, 338; İbn el:İmâd, (Trz.), Şezerât ez-zeheb, Beyrut, V, 103; ez-Zehebî, (1956), Tezkiret el-huffâz, Beyrut, Dâr turâs Arabî, IV, 1458; Taşköprîzâde Ahmed Efendi, (1968), Miftâh es-se’âde, Kahire, Dâr kutubi”l-hadîse; Nevâyî, Ali Şîr, (1996),  Nesâyimü”l- mahabbe min şemâyimi”l-fütüvve, Hazırlayan : Kemal Eraslan, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, s.307; ez-Ziriklî, Hayredin, (Trz.), el-A’lâm, Beyrut, V, 62; Kahhâle, Ömer Rıza, (1969), Mu’cem el:muellifîn, Beyrut, VII, 313; Bağdatlı İsmâil Paşa, (1955), Hediyyet el-ârifîn, İstanbul, I, 785; Çelebi, Kâtip, (1971-1972), Keşf ez-zunûn, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, I, 50, 126, 451, 877, 905; II, 1161, 1171, 1697, 1832; Brockelmann, Carl, (1942), Geschicte Der Arabischen Litteratur, Leiden, I, 440; aynı müellif, (1937),  GAL, Supplementband, I, Leiden, I, 788.

[3] Nesâyimü”l-mahabbe, s.230-232; Konyalı, İbrahim  Hakkı, (Trz.), Konya Tarihi, Ankara, s.590; (1968), Menâkıb-ı Evhadeddn Kirmânî, Tahran; Câmiî, Molla Abdurrahmân, (1971), Nefehatü”l-üns Tercümesi, İstanbul, s. 527; Şemseddin, Sâmî, (1306),  Kâmûs el:a”lâm, İstanbul, Mihran Matbaası, II, 1065; Türk Ansiklopedisi, XVI, 30.

[4] Mecdî Efendî, (1269), Şekâik Nu’mâniye Tercümesi, İstanbul, Matbaa-i Âmire, s. 33; Dünden Bugüne Konya”nın Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, s. 19.

[5] Şekâik Nu’mâniye Tercümesi, s. 20; Nesâyimu”l-mahabbe, s. 298; Kâmûs el:a”lâm, II, 817; Sadeddin, Hoca,  (1279), Tâc et-tevârih, İstanbul, Matbaa-i Âmire, V, 1-2; Furuzanfer, B., (2005), Mevlâna Celâleddin, Çeviren: Feridun Nafiz Uzluk, Konya, Konya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, s.1 v.d.

[6] el-Askalânî, İbn Hacer , (1871),  Lisân el-mîzân, Beyrut, V, 311; ez-Zehebî, (1963), Mizânu’l -i”tidâl, Mısır, III, 659; Nefehâtü’l-üns, s. 621; Şezerât ez-zeheb, V, 190; el-Kutubî, (1973), Fevât el- Vefeyât, Beyrut, III, 435; Kâmûs el-a’lâm, V, 5, 233; eş-Şa’rânî, (Trz.), Tabakât el-kübrâ, Mısır, I, 188; en-Nebhânî, Yûsuf, (1980), Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, Beyrut, I, 118; Mu’cem el- müellifîn, XI, 40; el-A’lâm, VI, 281, Türk Ansiklopedisi, XXIV, 400.

[7]Nesâyimü”l-mahabbe, s. 362; Nefehâtü”l-üns tercümesi, s. 522; Miftâhü’s-se’âde, I, 451; II, 121, 212, 451-452; Câmiu kerâmâti’l-evliyâ, I, 133; Tezkirat el-huffâz, IV, 149; es-Subkî Taceddîn, (1964), Tabakât eşŞâfiiyye, Kahire, VIII, 45; el-Hanefî, Muhammed, (1981), Sefînetü’l-evliyâ, İstanbul, 1981, s.68; Mu’cem el-muellifîn, IX, 43; Kâmûs el:a’lâm, IV, 2944; Bursalı, Mehmet Tâhir, (1342), Osmanlı Müellifleri, Matbaa-i Âmire, İstanbul, I, 406; III, 327; Mustafa Can, Mustafa, (1989), Sadreddin Konevî”nin Eserleri ve Kütüphanesi, Selçuk Araştırmaları Merkezi Selçuk Dergisi, Sayı: 4, Konya, s. 113-127.

[8] Eflâkî, Ahmed,  Menâkibu’l-ârifîn, Yayınlayan : Tahsin Yazıcı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, , Ankara, I, 56 v.d.; Nefehâtü’l-üns Tercümesi, s. 522; Furûzanfer, Prof. B., Mevlâna Celâleddin, s. 48 v.d.; Nesâyimü’l-mahabbe, s. 297; Gölpınarlı, Abdülbâki, (1959), Mevlâna Celâleddin, İstanbul, İnkılap Kitabevi, s. 45-49; el-Hemedânî, Abdülvehhâb b.Celâleddin, Sevâkibü’l-menâkıb, Süleymâniye Kütüphanesi, Âşir Efendi Bölümü, 154 varak 12b-14b; Ritter, H., (1977),  Celâleddin Rûmî, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, III, 54.

[9]Menâkibu’l-ârifîn, I, 82; Nefehâtü’l-üns tercümesi, s. 527; Nesâyimü’l -mahabbe, s. 302; Kâmûsu”l-a’lâm, IV, 2872; Türk Ansiklopedisi, XXX, 253; Menâkıb, Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Bölümü, No: 2142.

[10]Menâkibu’l-ârifîn, I, 7 v.d; Kâmûsu”l-a’lâm, II, 1412; Nefehâtü”l-üns tercümesi, s.520; Nesâyimü’l-mahabbe, s. 294; Risâle-i Sipahsâlar ; Furûzanfer, Prof. B., Mevlâna Celâleddin, s, 8; Mu’cem el-muellifîn, IX, 233.

[11] Tarlan, Ali Nihad (Trz.), Mevlâna, İstanbul, Hareket Yayınları, s. 9 v.d.; Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, s. 36 v.d.; Menâkibu’l-ârifîn, I, 73 v.d.; Nefehâtü’l-üns tercümesi, s. 522; Risâle-i Sipahsâlar, s.9;  Ritter, H., Celâleddin Rûmi, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1977, VIII, 147.

[12] Oral, Mustafa, (2012), Bediüzzaman’ın Entelektüel Kişiliğinin Temelleri, İstanbul, Risalehaber; Bahadıroğlu, Yavuz, (1989),  Bediüzzaman said Nursî, hayatı, Tefekkürü, Mücadelesi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları;  Edip, Eşref, (1957), Risale-i Nur Müellifi Said Nursî, Hayatı, Eserleri , mesleği, İstanbul, Sebîlürreşad Neşriyatı, s. 18-19; Işık, İhsan, (1990), Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk, İstanbul, Ünlem Yayınları; Mürsel, Sâfa, (1976),  Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet Felsefesi, İstanbul, Yeni Asya Yayınları; Salihî, İhsan Kâsım, (1993), İslâm Önderlerinden Bediüzzaman Said Nursî, ve Eseri, Tercüme: Azîz Hatiboğlu, İzmir, Işık Yayınları, s. 6-11; Şahiner, Şahiner, (1974),  Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, s. 33-35; Şener Dilek-Tatlı, Adem, (1992), Bediüzzamansaid Nursî’nin Tesbitleri Işığında Millî ve Manevî Problemlerimizin Hal Çareleri, Konya, Şems İlmî Araştırma vakfı, Konya

Bu sayfa 5620 kişi tarafından okunmuştur
<