MUHAMMED SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE BEDİÜZZAMAN HAKKINDA SÖYLEŞİ
MUHAMMED SALİH EKİNCİ HOCAEFENDİ İLE BEDİÜZZAMAN HAKKINDA SÖYLEŞİMİZ
Geçen hafta hocamızın tashihinden geçen röportajı bugün istifadeye medar olması dileğiyle hizmetinize sunuyor, Salih Ekinci Hocaefendi’ye bir kere daha teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Salih Okur/cevaplar.org
- "Bediüzzaman’da beş tane üstün sıfat kâmil manada cem olmuştur ki, bu sıfatlardan yalnız birisi bir zatta bu seviyede bulunduğu zaman, o insan, asrında parmakla gösterilen şahsiyetlerden olur; Üstün zekâ, kuvvetli hafıza, kâmil zühd, nadir görülen bir şecaat, üstün ilmi seviye” diyorsunuz. Okuyucularımız için bu sözünüzü biraz açabilir misiniz?
-Bu sorunun cevabı uzun mukaddimeler ister. Biz bu mukaddimeleri sıraladıktan sonra inşallah sorunuza gireceğiz.
Bilindiği gibi Cenab-ı Hak dünyayı bir imtihan yeri yapmıştır. Kur’an-ı Kerim’de:
﴿الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ ﴾
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk,67/2) buyruluyor. Hakeza bir başka ayet-i kerimede:
﴿إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً﴾
“Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim” (Kehf, 88/7) buyrulmaktadır.
Allahu Teâlâ dünyayı imtihan yeri olarak yaptığından dolayı, hayır ve şerri birbirine karıştırmıştır. Dalalet ve hidayeti, iman ve küfrü beraber halk etmiştir. İnsanda hayra davet eden ve şerre çağıran kuvvetleri yaratmıştır.
Aynı zamanda Cenab-ı Hak, insanda bu kuvveleri birbirinden tefrik edebilecek akıl kuvvetini yaratmıştır. Ama akıl tek başına hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü tamamen ayırt edecek şekilde yaratılmamıştır. Belki aciz ve kâsır(kusurlu) bir şekilde halk edilmemiştir.
Bunun sebebi, insanın haddini bilmesi, kulluğunu idraki, kendisinin acizliği içinde Rabbine, Halıkına, Razıkına muhtaç olduğunu kavramasıdır. Cenab-ı Hak, insana kâmil bir akıl verseydi, insan –hâşâ- kendisini ilah olarak görecekti ki, birçok insan aklı kâsır olduğu halde bile ulûhiyetini veya Allah’a muhtaç olmadığını düşünebilmektedir.
Gerçi teklifin temeli aklın insanlara bahşedilmesiyle olmuştur. Allahu Teâlâ’nın nimetleri içinde insana akıldan daha büyük bir nimet verilmemiştir. Tüm faziletlerin temeli ve esası akıldır. Ve bir de teklifin menatı, yani bağlandığı yer de akıldır. Ama akıl kusurlu yaratıldığı için tek başına hüccet(insanın mükellef olması için sebep) kabul edilmemiştir, kâmil bir hüccet değildir. Hüccetin temelidir. Ama hüccet ne ile tamamlanıyor? Peygamberlerin gönderilmesiyle ve tebliğin ulaşmasıyla tamamlanıyor. Cenab-ı Hak;
﴿رُّسُلاً مُّبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزاً حَكِيماً﴾
“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 4/165) ayeti ile bu hususa işaret etmektedir.
Peygamber gönderildikten ve davetleri ulaştıktan sonra kimsenin elinde bir bahane kalmıyor. Cenab-ı Hak aklı verdikten sonra, teklifin menatını ortaya koyduktan sonra, Peygamberlerin gönderilmesiyle, şeriatların inmesiyle hücceti ikmal etmiş, teklifi tamamlamıştır ki;
﴿ قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ ﴾
“De ki: “Hüccetül’ Baliğa (üstün, tam, doğrulayıcı, zıddı olmayan delil) Allah’ındır. Eğer dileseydi elbette sizin hepinizi hidayete erdirirdi” (En’**: 6/149) buyrulmuştur.
Aklın kâsır olduğunun delili şudur; Mesele felsefe ve felsefecileri ele alalım. Felsefe nedir? Sadece akıl kanalıyla hakikatleri idrak etme çabasıdır. Felsefeyle uğraşanlar bilir ki, felsefeciler bir mesele hakkında konuştukları zaman, bahusus metafizik ve gaybi bir mesele hakkında konuştukları zaman o kadar ihtilafa düşerler ki..Hatta bazen öyle bir meselede kaç kişi söz söylemişse o kadar farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bu da aklın ne kadar kâsır ve felsefenin ne derece kısır olduğunun bir göstergesidir.
Amma, bütün peygamberler zaman, mekân ve dil farklılıklarına rağmen aynı hakikati haykırmışlar, itikadi konularda bir meselede dahi ayrışmamışlardır.
Bundan dolayı Cenab-ı Hakk, kendi hüccetini tüm insanlar üzerinde ikame etmek için insaniyeti hiçbir zaman Peygamberlerden mahrum etmemiştir. Onun için de ilk insanı ilk Peygamber yapmış ve sonra da peyderpey Peygamberler göndermiştir;
﴿ ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا﴾
"Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik.” (Muminun: 23/44)
Peygamberimiz (aleyhisalatu vesselam) da bir hadislerinde;
كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمْ الْأَنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ “İsrailoğullarını peygamberler idare ederdi. Bir peygamber vefat edince yerine bir başka peygamber gönderilirdi”(Buhari;3455) buyurarak, bu hususa dikkat çekmiştir.
Hakeza diğer tüm milletlere de Peygamberler gönderilmiştir;
﴿إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ﴾
(Hiç bir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.) (Fatır,35/24)
Amma ümmet-i Muhammed’e(aleyhisalatu vesselam) gelince, Cenab-ı Hak Resulullah (aleyhisalatu vesselam) ile nübüvveti hatm etmiştir. Böylece İslamiyeti tüm insaniyet için, tüm asırlar ve tüm milletler için gönderdiğini ve onu bizzat kendisi muhafaza edeceğini de bildirmiştir;
﴿إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ﴾
“(Kur'an'ı elbette biz indirdik ve onu elbette yine biz koruyacağız." (Hicr; 15/9)
Kur’an’ı muhafaza etmekten maksat İslam dininin muhafaza edilmesidir. İslam’ın korunmasının tekeffül edilmesidir.
Bu mevzuda bazı hadisler de vardır. Mesela;
﴿إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا﴾
“Her yüz senede bir, bu dini tecdid edecek bir insanı Allah gönderir." (Ebu Davud, Melâhim, 3740)
(لا تزال طائفة من أمتي قائمة على الحق لا يضرهم من خالفهم حتى تقوم الساعة) (Ümmetimden bir taife devamlı hak üzerinde buluna gelecektir. Ta ki onların üzerine Allah’ın emri olan kıyamet gelinceye kadar)( Müslim, imâre, 47, (3548); Müsned, Ahmed b. Hanbel, 16324.)
(يحمل هذا الدين من كل خلف عدوله ينفون عنه تحريف الغالين، وانتحال المبطلين، وتأويل الجاهلين)
“Her karn’dan (nesilden) adil insanlar bu dini taşıyacaklar.” Bir de ne yapacaklar? “aşırı insanların tahriflerinden, cahil insanların yorumlarından ve garazkârların ilavelerinden dini temizleyecekler.” (Beyhâkî, 10/209, (66643); İbn Asâkir, 7/38.)
Bu son hadis, diğer hadislerde işaret edilen tecdidin mahiyetini açıklamaktadır. Yani İslam’da tecdid yeni bir şeyler getirmek değil, dini asliyetine döndürmekten ibarettir.
Dikkat edin, müceddidler diyoruz, sadece bir müceddid demiyoruz. Çünkü hadiste “men yüceddidu” ibaresi geçiyor. Men kelimesi Arap dilinde bir kişi için de olur, birden fazla kişi için de olur. Bazı âlimler men kelimesini ifrad üzerine haml etmişler. Yani “her bir zamanın sadece bir müceddidi vardır” demişler. Ama birçok muhakkik âlimler ise, bu görüşü kabul etmemişler ve bir zamanda birden fazla müceddid bulunabileceğini söylemişlerdir.
Bizim de kanaatimiz odur ki, her asrın müceddidi bir kişi değildir. Belki her asrın çok mücedditleri vardır. Her asırda, her ülkede birçok kimseler kalkıyor, o ülkenin, o muhitin dini ihtiyacı neyse, o ihtiyacı görüyorlar, o tecdidi yapıyorlar.
Tecdid, İslam’a yeni bir şeyler getirmek değildir. Belki İslam’ı asaletine döndürmek demektir. Mesela, zamanın geçmesiyle birçok insan İslam’a bir şeyler katıyor. Bazıları kötü niyetle, çoğu ise iyi niyetle bu ilaveleri yapıyor. Birçok bidat ve hurafe de, ilmi seviyesi yüksek olmayan tarikat meşayıhından ve hocalardan dine giriyor. İyi niyetle, “bunu yapmakta bir hayır vardır, bir hayra vesile oluyor” diye yeni bir şey yapıyorlar. Çoğu bunu başta sadece bir vesile ve bir kural olarak yapıyorlar. Ama sonradan gelenler onu dinin bir kuralı olarak algılıyorlar, öyle zannediyorlar. Böylece birçok bidatler, katkılar ve hurafeler dine girmiş, giriyor ve girecek.
İşte müceddidlerin önemli görevlerinden birisi veya en önemli bir görevi, bu girenlerden, bu bidatlerden dini temizlemektir ki, hadiste:
ينفون عنه تحريف الغالين، وانتحال المبطلين، وتأويل الجاهلين) (“aşırıların tahriflerinden, cahillerin yorumlarından ve garazkârların ilavelerinden temizlerler” (Beyhâkî, 10/209, (66643); İbn Asâkir, 7/38.) ifadesiyle buna işaret edilmektedir.
Madem Cenab-ı Hak İslam’ı her zaman için, her mekân için, her millet için göndermiş ve Peygamberlik müessesesini sonlandırmış ve İslamiyet’i muhafaza etmeyi tekeffül etmiş. O zaman gerekiyor ki, bu İslam’ı her zaman ve mekânda sağlam olarak insanlara anlatacak bazı zatları göndersin. Yani, Cenab-ı Hak Peygamberlerin görevini İslam âlimlerinin omuzlarına bırakmıştır. Bu manada zaif bir hadis rivayeti vardır;
( علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل )“Ümmetimin âlimleri ben-i İsrail’in nebileri gibidir.”(Keşfu’l Hafa;2/82).Neden böyle? Zira onların görevlerini bu ümmette İslam âlimleri yapıyor.
Bu husus mucizevî bir hadis-i şerifte şöyle belirtilir:
( لا يزال الله يغرس في هذا الدين غرسا يستعملهم في طاعته ) “Cenab-ı Hak, bu dinde devamlı fidanlar dikecektir ve İslam yolunda onları kullanacaktır”)İbnu Mace; 8)
Tabii her asırda bidatlar, hurafeler veya İslam’a hücumlar, tenkitler, tahrif ve çürütme gayretleri olmuştur. Ama bazı zamanlar bunlar daha güçlü ve düzenli olmuştur. Her zamanın ihtiyacı ne ise, Cenab-ı Hak o zamana göre İslam âlimleri yetiştirmiştir.
Bahusus akide(inanç) ile ilgili böyle bir hücum olduğu zaman Cenab-ı Hak bir takım âlimleri hazırlayıp, bu hücumların karşısına çıkarıyor. Onlara üstün bir kabiliyet, bir ahlak, bir ilim öğrenme gayreti veriyor ve bu hizmetler için hazırlıyor.
İslam tarihi böyle mübarek zatlarla doludur. Bir örnek vermek gerekirse İmam Ebul Hasan Eş’ari’yi verebiliriz. Cenabı Hak onu nasıl yetiştirmiştir? Hangi dönemde yetiştirmiştir? Öyle bir dönem ve devirde yetiştirmiştir ki, o zaman İslam âlemi yanlış itikad ve düşüncelerle dolmuş idi. Birçok fırka ve akımlar kendilerine has fikirlerle piyasayı doldurmuşlardı. Hepsi, insanları kendi düşünce ve fikriyatlarına davet ediyor, bu yolda gayret gösteriyor, çalışıyordu.
Mutezile mezhebi bu akımlardan biri idi. Bu mezhebin salikleri aklı ön plana çıkarmışlar, aklı şer’i nasslardan daha üstün tutmuşlar ve şer’i akla uydurmaya çalışmışlardı. Ayetleri inkâr edemeyeceklerinden, mezheblerinin kurallarına ters gelen ayetleri tevil etmişlerdi. Kendi görüşlerine ters olan hadisleri ise red etmekten çekinmiyorlardı.
Bir diğer taraftan Şiiler ve Rafızîler meydan almışlardı. Bunlar içinde sahabeye hakaret eden, üç halifeye dil uzatan, başka sahabeleri red eden bir anlayış hâkimdi.
Bir diğer taraftan akide konusunda İslam’ı nass’ın zahirine bağlayan insanlar vardı. Bunlar da akla ehemmiyet vermemişler ve dini meselelerin anlaşılmasında aklı kullanmayı yanlış saymışlardı. Bu da İslam’a ters bir görüştü.
Zira İslam bize nass yoluyla gelmiştir. Bahusus akide bize nass yoluyla ulaşmıştır. Ama her dilde değişik üsluplar vardır. Hakikat üslubu var, mecaz üslubu var, kinaiyat üslubu var. Mesela akide ile ilgili nassların bir kısmı hakikat üslubu üzerine gelmiştir. Bir kısmı mecaz, bir kısmı ise kinaiyat üslubu üzerine gelmiştir.
Bu gurup ise, her şeyi hakikat üslubuna hasr etmişlerdir. Nasıl ki Mutezileler birçok nassı akıl yoluyla tevil etmeye gayret göstermişler, bu şekilde büyük hataya düşmüşlerse, bu grup da, nassların tümünü hakikat üslubu üzerine haml etmeleriyle, hem İslam’a, hem de lügate ters düşmüşler, teşbih ve tecsime girmişlerdir.
Sahabe ve ilk tabiin dönemlerinde akide etrafında tartışmalar, ihtilaflar yoktu. Çünkü onlar henüz bozulmamış Arap dilinin asaleti üzerindeydiler. Şer’i nasslarının hakikatini hakikat anlıyorlardı, mecazını mecaz anlıyorlardı, kinaiyatını da kinaiyat olarak anlıyorlardı. Sormaya ihtiyaç dahi hissetmiyorlardı. Sonradan fetihlerle birlikte acem lügatleri(Arapça haricindeki diller) Arapça’ya girdi ve Arap dili zayıfladı.
Bir de bidatlar, yanlış düşünce ve fırkalar işin içerisine girince, akidede “ihtilaf” meselesi ortaya çıktı. Bahusus “ Cenab-ı Hakk’ın sıfatları” meselesinde ihtilaf ondan sonra ortaya çıktı.
İşte İmam Ebul Hasan el-Eşari böyle bir ortamda neşet etti. Tabii aslı Ehl-i Sünnet, babası ehl-i sünnet. İlk ders aldığı hocalar da ehl-i sünnet, ehl-i hadisti.
Daha çocukken babası vefat etti. Annesi, o zaman Mutezile mezhebinin en büyük imamlarından sayılan Ebu Ali Cübbai ile evlendi. Böylece Ebu’l Hasan, üvey babasının fikirleriyle tanıştı ve onun talebelerinden oldu.
Tabii Mutezile mensupları gerçekten akliyatta dâhi insanlardı. O zaman, İslam’ı İslam dışından gelebilecek tehditlere karşı savunacak insanlar genel olarak onlar vardı. Çünkü o akımlara karşı akılla karşı konabilir ve onlara cevaplar verilebilir.
-Çünkü karşı taraf nassı kabul etmiyor..
-Evet, nassı kabul etmiyor. Muhaddislerin çoğu ise akli ilimlerde zayıf idiler. Müdafaa mevkiinde genelde Mutezileler vardı. Ve bu konuda gerçekten de büyük rolleri olmuştur. Çok büyük, önemli kitaplar yazmışlardır. O akımlara karşı koyanlar genelde Mutezili idiler. Ama onlar da yeterli olmuyordu.
Nassı olduğu gibi anlayacak, aklı da onu desteklemekte kullanacak ve yanlış düşünceleri-ister İslam içinden, ister İslam dışından gelsin-akli ve nakli delillerle çürütecek bir insana ihtiyaç belirmişti. Bu ihtiyacı karşılamak için kaderin vazifelendirdiği insan, Ebul Hasan El Eş’ari idi.
Cenab-ı Hak bu büyük insanı önce Mutezile’nin en büyük bir adamının elinde yetiştirdi. İmam Eş’ari, onun etkisinde kalarak Mutezili oldu. İtizalde çok önemli seviyelere geldi. Çok üstünlük kazandı ve imamet seviyesine ulaştı. İtizal düşüncesiyle bazı kitaplar da yazdı. Hatta diyor ki; “Ben bir kitap yazdım. Onlar (Mutezile) için böyle bir kitap yazılmamıştır.”
Cenab-ı Hak onu böyle yetiştirmeseydi, yani istidlal-i akli (akli deliller getirme) metotlarını öğretmeseydi, o da muhaddislerin durumunda olacaktı, büyük bir rolü olmayacaktı.
Tabii kendisinin ehl-i sünnet bir temeli vardı ve çok zeki bir insandı. Mutezile mezhebi ise birçok konuda İslami nasslara uymuyordu.
Zamanla, imamın kafasında Mutezile’ye karşı şüpheler, tereddütler oluşmaya başladı. En son, bir meselede Ebu Ali Cübbai ile tartıştı. Tartışmada Cübbai ona cevap veremedi. Bunun üzerine İmam Eş’ari “artık yeter” dedi ve halvete girdi.
Halvette hem Ehl-i Sünnet ile Mutezile arasındaki ihtilaflı meseleleri enine boyuna değerlendirdi, hem de Cenab-ı Hak’tan kendisine Hak yolunu göstermesini istedi. Bu sırada bir takım sadık rüyalar da gördüğünü hakkında yazılan kitaplar kaydetmişlerdir. Kendisi ifade ediyor ki; o halvette Resulullah (Aleyhissalatu vesselam) kendisine rüyada görüldü ve “benim sünnetimi destekle” buyurdu. Hatta Ramazan’da üç defa Resul-i Ekrem’i (Sallalahu aleyhi ve sellem) gördüğünü söylüyor.
Halvetin sonunda bir gün camiye gitti, minbere çıktı ve “Beni bilen bilir. Bilmeyenler de bilsin ki, ben falan oğlu filanım. Şimdiye kadar ben Mutezili idim. Ben Mutezile’yi bıraktım. Şu elbiseyi nasıl söküp atıyorsam, onu da öylece söküp attım” dedi ve üzerindeki dış elbisesini çıkartıp attı.
Ve bu olaydan sonra, nassın geldiği manaya riayet ederek, akli metodlarla, Mutezile’den öğrendiği metotlarla selef akidesini destekledi. Mutezile’nin metotlarıyla yine Mutezile’yi mağlup etti. O zamanın ihtiyacı ne ise, hangi metotlar lazım ise, onunla Ehl-i Sünnet akidesini teyid edip, imametini isbat etti.
Hakeza, İmam Gazali’nin tecdidi de böyle olmuştur. Felsefeden gelen şüphelerin insanların akidelerini sarstığı bir sırada Cenab-ı Hak onu gönderdi. O konuda onu yetiştirdi. İmam Gazali önce Felsefe’yi derinlemesine öğrendi. Bu konuda “Makasıd’ul Felasife”(Felsefenin Maksatları) adlı eserini yazarak ehliyetini isbat etti. Sonra Felsefenin hatalı taraflarını çürütmek için, bu konuda en önemli kitap olan Tehafüt’ül Felasife(Felsefenin Tutarsızlıkları) adlı eserini yazdı. Bu eseriyle batıl felsefeye öldürücü darbeyi vuran da kendisi oldu. Ondan sonra felsefenin batıl kısmının insanlar üzerinde bir tesiri kalmadı.
Yine o zaman tasavvufa bir sürü bidatlar, hurafeler yanlışlar girmişti. İmam Gazali onları da ıslah etti.
Sonra gelen Seyyid Abdülkadir Geylani, Seyyid Ahmed Rufai gibi birçok büyük zatlar bu tecdid görevini yerine getirdiler.
Şimdi bu mukaddimeyi söyledik ki, Bediüzzaman’ın durumunu ele alabilelim. Cenab-ı Hak bu büyük insanı öyle bir zamanda gönderdi ki, o dönem İslam dinine ve akidesine yönelik çok büyük planlar, birçok hücumlar ve tenkitler hazırlandığı çok tehlikeli bir dönemdi.
Cenab-ı Hak bu tehlikelere karşı durabilmesi için ona çok büyük kabiliyetler verdi. Üstün zekâ verdi. Üstün hafıza verdi. Üstün cesaret verdi. Üstün zühd verdi. Çünkü büyük bir işi yapacak insanın öyle olması lazım. Cenab-ı Hak büyük göreve hazırladığı kişileri bu şekilde yaratıp, yetiştiriyor. Zira böyle âlimler Peygamberlerin hakiki varisleridir.
Peygamberlerin sıfatları nelerdir? Fetanettir, zekâdır, emanettir, sıdktır, tebliğdir. İşte Cenab-ı Hak İslam’ı müdafaa için hazırladığı zatları bu sıfatlarla teçhiz etmektedir.
İşte bu zatı da Cenab-ı Hakk asrımızda bu sıfatlarla gönderdi ve irade etti ki, bu insanın İslam tarihinde büyük bir rolü olsun.
“Asrında İslam’ı sadece o müdafaa etmiştir” demiyoruz. Ama onun zamanında İslam’a en tehlikeli akımlar dünya üzerinde Türkiye’de vardı. İlhadın(Dinsizlik, ateizm) büyük dalgası vardı Türkiye’de. Bu ilhad dalgasını kırmak için onun gibi bir zat lazımdı ve Cenab-ı Hak bu iş için onu hazırladı. Ki, o insan da tek başına o dalgayı kırdı. Cesaretiyle, zekâsıyla, hafızasıyla, zühdüyle, Allahu Teâlâ’ya tevekkül etmesiyle, Allah korkusuyla, en son olarak da büyük gayretiyle ve hazırladığı eserlerle Cenab-ı Hak ona bu dalgayı kırdırdı.
Başta dediğimiz gibi, Bediüzzaman İslam âleminde müceddidlerden birisidir. Tek müceddid değildir. Aynı dönemde başka memleketlerde onun gibi büyük gayret gösteren insanlar vardı.
-Mesela Mısır’da Hasan el Benna gibi..
-Evet.. Mesela Mısır’da böyle bir ilhad dalgası fazla yoktu. Ama davette hikmetli ve nebevi metodu ortaya koyacak insanlara ihtiyaç vardı. Orası da davet konusunda Hasan el Benna’yı yetiştirdi. Öyleyse şöyle söyleyebiliriz; Mısır’da davet konusunda Hasan el Benna imam ve müceddid olduğu gibi, Türkiye’de de Bediüzzaman akide konusunda imam ve müceddiddir.
Hindistan’da da birçok âlimler çıkmış, değişik alanlarda tecdid vazifesini ifa etmişlerdir. Şibli Numani, Seyyid Süleyman Nedvi, Eşref Ali Tehanevi, Muhammed Enver el-Keşmiri, davet konusunda Mevdudi, Muhammed İlyas Kandehlevi gibi kimseler bu vazifeyi ifa ettiler. Böylece, her yörenin ihtiyacına göre Cenab-ı Hak bazı insanları ikame etmiştir.
Bediüzzaman da asrın büyük müceddidlerinden birisidir ve yaptığı tecdid akide alanındadır ki, İslam’ın temeli odur.
-Bediüzzaman’ın kısa sürede medrese ilimlerini bitirmesi ve akranlarının fevkinde ilmi bir seviyeye ulaşmasını bazı kimseler anlayamıyor. Selefte bunun emsali yok mudur?
-İlk sorunuz vesilesiyle neden böyle olması gerektiği üzerinde durduk. Cenab-ı Hakk’ın neden onu üstün sıfatlarla yarattığı meselesini işledik. Bu üstün vasıflar sahibi, zaten herkesten üstün olur. Okuduğunu hemen anlar, hemen kavrar ve tahsilini erken bitirir. Bu sıfatların gereği budur.
Ama “İslam tarihinde Bediüzzaman’dan başka böyle insanlar var mıdır?” derseniz, deriz ki; İslam tarihi böyle insanlarla doludur.
-Misaller verebilir misiniz?
-Misal verdik, Ebul Hasan Eş’ari’yi, Abdülkadir Geylani’yi, İmam Gazali’yi misal olarak verdik.
Ama şimdi size asrımızdan müşahhas bir misal vereceğim. Benim beraber yaşadığım, gördüğüm, yirmi seneden fazla yanında bulunduğum insandan, Şeyh Muhammed Arapkendi’den misal vereceğim.
Bizim elinde yetiştiğimiz, hem ilim açısından, hem de tasavvuf terbiyesi açısından yirmi seneden fazla kendisinden feyz aldığımız bir üstaddı kendisi. Cenab-ı Hak o insana o kadar büyük kabiliyetler vermişti ki. Üstün zekâ, üstün akıl, üstün hafıza, üstün zühd, üstün cömertlik gibi sıfatlarla o selef döneminde bile nadir görülebilecek bir simaydı.
Kendisi talebelik döneminde pek fazla okuyamadı. Çünkü başında devamlı bir ağrı ve gözünde problem vardı. Medrese arkadaşları diyorlar ki; “dersi okuyup, kitabı bırakıyordu, çalışamıyordu.”
Sonradan medrese sıra kitaplarını bitirmeden, gözünün görmesi kitap okuyamayacak derecede azaldı ve tahsilini yarım bırakıp evine dönmek zorunda kaldı. Yaklaşık 15 sene bu durum devam etti. Bu süre zarfında gözleri görmediğinden, hiçbir kitabı eline alıp okuyacak durumu yoktu.
Normalde böyle bir duruma düşen ve tahsilini yarıda bırakan bir insan hiç okumamış insanlar seviyesine düşer. Ama bu insan 15 sene sonra gözlerine şifa gelmesiyle kaldığı yerden ilme başladı ve yörenin tüm âlimlerinden daha üstün bir seviyeye çıktı. Kendisi bana söylemişti; “Ben hangi hocadan okuduysam, okuduğum meseleleri o hocadan daha iyi biliyordum. Ama bazı şeyleri hocadan okumak gereklidir. Hocalardan dinlememiz lazımdır. O noktada faydası olmuştur.”
İşte size müşahhas bir misal… Kısaca, İslam tarihi Bediüzzamanlarla dolu…
-Seyda, bir de daha önce bana Antakyalı bir zattan bahsetmiştiniz. Yeri gelmişken onu da analım mı?
-İsmi Abdurrahman Zeynelabidin. Atatürk zamanında Antakya’dan babasıyla beraber Halep’e hicret etmişler. Hayatının okudum. Çok acaib bir insan. Hemen hemen kabiliyeti, zekâsı, hafızası, ilmi, cesareti ile Bediüzzaman’dan aşağı bir insan değil. İnsan onun hayatını okuduğunda “nasıl bu kadar meziyetleri cem etmiştir” diye hayretler ediyor.
Yaklaşık yirmi küsur sene evvel vefat etmiş. Bediüzzaman’la herhalde görüşmemiş, ama gıyaben tanışıyorlarmış. Hayatına dair kitapta yazdığına göre, Bediüzzaman talebelerini “ondan istifade edin” diye ona havale ediyordu. Yani Bediüzzaman onu bir nevi talebesi kabul ediyordu.
Maalesef Bediüzzaman İslam’ın yasaklandığı dönemler ve memleketlerde yaşadığı için, âlimlerden uzak kalmıştır. Ona ittiba eden insanların çoğu âlim değildi. Onun için, nerede böyle bir âlim olduğunu duysa, ona değer veriyor ve talebelerini ondan istifadeye teşvik ediyordu.
-Mesela İstanbul’da da Ömer Nasuhi Efendiyi tavsiye etmiş.
-Tabii… Zaten büyük insanın yapacağı şey budur. Herkes kendisiyle gelip haşir neşir olamaz. Mecburen, bir memleketin güvenilir insanı, büyük âlimi kimse onu tavsiye etmiştir. Büyük insanlar böyle şeyleri ihmal etmezler.
-Bediüzzaman bazı yerlerde “kalbe ihtar edildi” diyor. İlhamı bu zamanın bazı insanları anlayamıyor. Bu konuda neler dersiniz?
-Bakınız, şimdi insanın aklı vardır değil mi? Aklı kim vermiştir? Allah(cc). Akıl da çeşit çeşit. Keskin akıl var, orta akıl var, zayıf akıl var. Kim vermiştir? Allah.. İşte Cenab-ı Hak Bediüzzaman’a keskin bir akıl vermiştir.
Bir de salih insanlar da “feraset” vardır. Bu da ikiye ayrılıyor; Bir “akli feraset” vardır, bir de “imani feraset” vardır. Cenab-ı Hak ona akli feraseti verdiği gibi, imani feraseti de vermiştir. Bu ikinci feraset takvaya göre verilir, özel bir ferasettir. Rasulullah (Aleyhissalatu vesselam) اتقوا فراسة المؤمن فإنه ينظر بنور الله “Müminin ferasetinden sakınınız. Zira o Allah’ın nuruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15) buyurur.
Tabii biz Bediüzzaman’ı göremedik. O vefat ederken ben yaklaşık sekiz yaşında bir çocuktum. Biz bu feraseti Şeyh Muhammed Arapkendi’de hep görüyorduk. Bir insana baktığı zaman, o insan nedir, kabiliyeti nedir, ameli nedir, yüzünde okuyordu. Mesela çoğu zaman bana diyordu; “Falan adama söyle, filan işe niye devam etmiyor” veya “neden şunu yapıyor” diyordu. Bu da yine imani ferasettir.
Cenab-ı Hak yine böyle insanlara:
﴿وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ﴾
“Allah’tan korkun ) takva sahibi olun(. Allah size öğretir” (Bakara: 2/ 282) sırrıyla kalbi ilhamlar veriyor, Sadık ilhamlar bahşediyor.
Tabii bunlar çok zeki ve salih insanlar. Böyle çok zeki insanlara çok derin ilhamlar veriliyor. Cenab-ı Hak herkese her şeyi vermez. Çünkü herkes her şeyi kaldıramaz. Çok salih bir insan olabilir, ama birçok bilgiyi kaldıramaz. Onun için her salih insana her ilhamı vermiyor. Büyük, üstün kabiliyet sahibi insanlara ise üstün ilhamlar veriyor. Bu manada –İmam Rabbani’nin de sıkça kullandığı-Arapça bir söz vardır; İnnema yahmilu ataya’l meliki matayahu”(Melikin hediyelerini ancak onun güçlü kuvvetli develeri taşıyabilir)
Cenab-ı Hak, üstada da böyle yüksek ilhamlar vermiştir. Onun gibi birçok insana da vermiştir. Bunda taaccüp edilecek bir şey yoktur. İlhamdan taaccüb eden, önce akıldan taaccüb etmesi lazım. Aklı veren kim ise ilhamı veren de odur.
Cenab-ı Hakk’ın vermesine ise bir mani yoktur. “Lâ mânia limâ a'tayte, velâ mu'tiye limâ mena'te” (Allahım, senin verdiğine mani olacak yoktur ve mani olduğunu verecek yoktur.)
Cenab-ı Hak bu insana da böyle ilhamlar vermiştir. Yazdığı kitapların büyük çoğunluğu ilhamdır, sünuhattır. Nakil değildir, toplama değildir, araştırma neticesi değildir. Nasıl biz araştırmanın neticesi olarak, derleyip toplayıp kitap yazıyoruz. Onun böyle bir durumu yoktur. Kitaplarında nakil çok azdır.
-Üstad “hem meşrebimde, yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kile suretiyle gitmemiştim” diyor.
-Evet..Eserlerinde bazı insanların nakilleri geçiyor. Mesela bir yerde Mısır’lı Muhammed Abduh’tan bir nakil var. (İşarat’ül İ’caz tefsirinde) Bir yerde Hüseyin-i Cisri’nin ismi geçiyor. Bazı yerlerde çok nadir olarak bazı alıntılar yapıyor. Geri kalan Sünuhattır.
Hadis-i şerifte buyruluyor ki,
من أخلص لله أربعين يوما ظهرت ينابيع الحكمة من قلبه على لسانه “Kim kırk gün Allah'a ihlâsla amel ederse, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri fışkırmaya başlar." (Feyzu'l-Kadir- 6, 43)
Tabii Bediüzzaman hazretleri muhlis bir insan, zahid bir insan, fazıl bir insan, hayatını Allah yolunda feda etmiş bir insan. Cenab-ı Hak ona böyle ilhamları vermezse kime verecektir?
-Seydam, izninizle mevzu gelmişken Üstaddan iki nakilde bulunacağım. Bir yerde “hem kuvve-i hafızam, musibetler neticesi olarak sönmüştü” diyor. İstanbul’dan Enver Galip Ceylan Hocamızın nakline göre de onlara şöyle demiş; “Evet, hainler bana zulmettiler. 17 defa zehir verdiler. Cenab-ı Hak beni muhafaza buyurdu. Ama onların verdiği zehirler benim hafızama tesir etti” demiş.
-Bende de o problem vardır.
-Ama sizi zehirlemediler değil mi?
-Zehir değil ama menfi bir doktor bir hap verdi. O, hafızamın yüzde altmış, yetmişini götürdü.
-Ne zaman oldu bu?
-Yaklaşık otuz sene önce. Elhamdülillah zekâyı etkilemedi, ama hafızamı çok etkilemiştir. Benim şu andaki ezberimin yüzde seksen- doksanı ondan önce ezberlediklerimdir. Ondan sonra çok az..
-Bediüzzaman’ın Kelam ilmindeki tecdidi hususunda neler dersiniz?
-Başta söylemiştik, Cenab-ı Hak, asrın ihtiyacına göre o ihtiyacı temin edecek insanları gönderir. Bediüzzaman’ın yetiştiği dönemde akideye yönelik çok hücumlar vardı. Demin bir nebze bahsettik. Cenab-ı Hak, Bediüzzaman’a o yanlışları çürütecek, İslam hakikatlerini gösterecek bir kelam metodu bahşetmiştir.
Kelam ilminin gayesi nedir? Kelam ilminin gayesi, İslam akidelerini akli delillerle ispat etmek ve akli yollarla şüpheleri, tenkitleri defetmek, ona ters düşünceleri çürütmek ve onların hatalı olduğunu beyan etmek olan bir ilimdir.
Kelam ilmi sabit bir ilim değildir. Yani değişime elverişlidir. Mesela İmam Eş’ari ve İmam Gazali dönemlerinde nasıl bir kelama ihtiyaç vardı? Felsefi bir kelama ihtiyaç vardı. Çünkü hücumlar genelde felsefeden geliyordu.
Ama Bediüzzaman’ın döneminde gelen hücum ve şüpheler Yunan felsefesinden değildi. Bundan dolayı Cenab-ı Hak ona değişik bir kelam metodu ihsan etmiştir.
-Zira eski kelam metodları bu zamanın sorunlarını karşılayamaz.
-Karşılayamaz. Çünkü şüphe o zamanki şüphe değildi. İnsanların akılları o akıl değildi. Bundan dolayı Cenab-ı Hak ona “Kur’ani bir kelam” bahşetmiştir.
Kur’ani kelam deyince bazılarına garip gelebilir. Şöyle açıklayalım; Kur’an-ı Kerim İslami bir akide beyan ederken çoğu yerde o akideyi isbat edecek akli delillerle birlikte beyan ediyor. Yani akideyi beyan ediyor, akli delillerle teyid ediyor.
Mesela:
﴿لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴾
“Eğer yerde ve gökte Allahu Teâlâ’dan başka ilahlar olsaydı yer ve göklerin düzeni bozulur, fesada ve bozguna uğrardı.”(Enbiya:21; 22) buyruluyor. Mesela bu, vahdaniyeti ispatlamak için en kuvvetli akli bir delildir.
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyruluyor;
﴿مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذاً لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾
“Allah hiçbir veled ittihaz edinmedi ve O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. O zaman her ilâh, kendi yarattığını muhafaza edip başka ilahları ondan engelleyecekti. Ve birbirlerine üstün gelmeye çalışacaklardı.(Böylece çatışma çıkacak ve âlemin düzeni bozulacaktı) Allah ise onların vasfettiklerinden münezzehtir. “(Muminun; 23; 91)
Hakeza, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de devamlı akla hitap ediyor. Kendi varlığını, azametini, vahdaniyetini isbat etmek için hep akli deliller getiriyor ve insanı düşünmeye davet ediyor. Kur’an-ı Kerim bu gibi delillerle doludur.
İşte bu Kur’ani kelamdır, felsefi kelam değildir. Ki, felsefi kelam zaten belli hastalıkların tedavisinde yararlıdır. Her insan için yaramaz, her zaman için yaramaz. Bazı insanlara mahsus, bazı hastalıkları tedavi etmek için kurulan bir ilimdir. İnsanların çoğu için ise, aklı karıştırıcı, kalbe şüpheler verici bir şeydir.
Amma Kur’an-ı Kerim’in delilleri ise tatlı su gibidir. Herkesin susuzluğunu giderir. Herkesin ihtiyacını temin eder. Herkesin aklını tatmin eder. Herkesin kalbini rahat ettirir. Ve bir de, kalpte ve kafada iz bırakmaz. Ama felsefi deliller ise, herkesin aklına uymaz, herkes onları kaldıramaz. Çünkü zor, isbata muhtaç, tartışmalı meselelerdir ve bir de arkasında iz bırakmaktadır. Yani yan etkileri çoktur.
Bediüzzaman’ın yaptığı şey, Kur’ani kelamı geliştirmek oldu. Yani Kur’ani delilleri tafsil etti, geliştirdi. Bazı yerlerde münasip temsiller ilave etti. Ama asıl üzerinde durduğu Kur’an’ın delilleridir. Mesela Haşir meselesinde şu ayetler gibi;
﴿وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ﴾
(Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?”(Yasin: 36/78)
﴿قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ﴾
“De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”(Yasin:36/79)
﴿أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ﴾
“Ya Gökleri ve Yeri yaratan onlar gibisini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadir, hallâk o, alîm o”(Yasin: 36/81)
﴿إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئاً أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ﴾
“O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece «Ol!» demektir.” (Yasin: 36/82)
Haşirle alakalı olsun, vahdaniyet mevzuunda olsun, Cenab-ı Hakkın varlığı, birliği, azameti konusunda olsun, Bediüzzaman’ın yaptığı şey, Kur’an’ın delillerini geliştirmek ve herkesin anlayacağı ve tatmin olacağı duruma getirmektir.
Yani “Bediüzzaman yeni bir kelam metodu getirmiştir” diyebiliriz, çünkü açıklamıştır. Ama “Yeni bir kelam metodu getirmemiştir” de diyebiliriz. Zira geliştirdiği şey yeni bir kelam değil, Kur’ani kelamdır.
Bir de Bediüzzaman’ın kelamı asrın ihtiyacını temin edecek bir kelamdır. Hem avama yarar, hem havassa yarar, hem de havass-ül havassa yarar ki, Kur’an’ın delilleri böyledir. Ama felsefi kelam ise havassa değil, havas-ül havassa yarayıp yaramadığı dahi tartışmalıdır. Oysaki Kur’an’ın delilleri herkes içindir, çünkü herkese gönderilmiştir.
Hülasa, Bediüzzaman’ın yaptığı, Kur’ani delilleri tafsil edip, halkın seviyesine uygun arz etmektir. Diyebiliriz ki, kelam ilminde bir imam, zamanın ruhuna uygun yeni bir kelam anlayışını açıklayan bir zattır.
-Bediüzzaman’ın eserlerinden en çok hangilerinden etkilendiniz?
-Ben talebeyken Bediüzzaman’ın Arapça kitaplarının tamamını defalarca okudum.
-Muhammed Arapkendi’nin yanında mı?
-Daha onun yanına gitmeden önce..Ve onun yanında da okumaya devam ettim. O zaman İşarat’ül-İ’caz vardı. İşarat’ül-İ’caz’ı defalarca okudum ve ona bir fihrist yaptım.
Bir de Mesnevi-yi Nuriye vardı. Onu da defalarca okudum. Yine Arapça Hutbe-i Şamiye vardı, İhlâs Risalesi vardı, El-Saykal’ul İslami vardı, bir de Kızıl İ’caz vardı. O zaman hatırladığım kadarıyla piyasada Arapça olarak bu eserler vardı.
Bu altı kitabı defalarca okuduğum kanaatindeyim. Hep okumaya gayret ediyordum tabii. Risale-i Nur kitapları mübarek kitaplardır, onlardan istifade ettik, etkilendik, büyük bereketler ve bilgiler aldık.
-Medresede okurken hocalarınızdan Üstad hakkında bir şeyler duyar mıydınız?
-Herkes onu takdir ederdi. Herkes “büyük bir zat, büyük bir insan” olarak onu kabul ederdi. Bir de ben, Bediüzzaman’ın talebesinin talebesiyim. 1966 senesinde, Diyarbakır Çınar’a bağlı Sergelya köyünde, Bediüzzaman’ın eski talebelerinden Molla Abdullah Koği’den Mantık’a dair İsagoci’ye Molla Fenari’nin Şerhi üzerine Kul Ahmed’in Haşiyesinden ders aldım. Molla Abdullah Efendi o sıralar 70-80 arası bir yaştaydı.
-Muhammed Arapkendi hazretleri Üstad’dan bahseder miydi?
-Münasebet geldikçe üstaddan hürmetle bahsederdi. Ve diyordu ki; “Onun görevi insanları inkârdan çekip çıkarmaktır. Bizimkisi ise Müslümanları iyi yola koymak, iyi ameller işlemeye teşvik etmekten ibarettir.”
Bir de üstadın vefatıyla alakalı dediği bir şey var. Onu da anlatayım. Bediüzzaman vefat ettiği gün bizim oralarda gündüz vakti birden hava karardı.. Şimdiki gibi hatırlıyorum. İkindi vakti ortalık akşam yatsı arası gibi oldu. Hatta Ramazandı, çok insanlar iftar oldu diye oruçlarının açtılar. Ve bir de bir yağmur yağdı. Kırmızı yağıyordu. Sabah kalktığımızda her yer kıpkırmızıydı.
Seyda’nın yanında o zaman olan talebeler bilahare bana anlattılar; “Seyda o zaman bu hadiseler için “Bu büyük bir zatın vefatına işarettir” demişti. Haber bekliyordu. Tam o sırada Bediüzzaman’ın vefat haberi gelince dedi ki; “Bu zatın büyük bir zat olduğunu biliyordum. Ama bu kadar büyük birisi olduğunu bilseydim, muhakkak onu ziyaret ederdim. Ama artık geçti.”
-Efendim, son olarak şu soruyu sormak istiyorum; Büyüklerimizi anlatırken nelere dikkat etmeliyiz ve nelerden sakınmalıyız?
- Tarihte büyük insanlar, varlığını ispat eden, çalışmasını isbat eden insanlardan kim olursa olsun, onları saygıyla anmalıyız.
İnsan insan olduktan sonra, ne kadar büyük olursa olsun eksiklikleri, zayıflıkları vardır. Ama Müslüman’ın görevi nedir? İnsanların büyük taraflarını, önemli taraflarını örnek almak ve onları anlatmak. Zayıf taraflarından bahsedilmez.
Zaten Resulullah(Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde bu hususa işaret etmiştir; اذكروا موتاكم بخير“Ölülerinizi hayırla yâd edin” (Nesai; 1909)
Başka bir hadiste de; اذكروا محاسن موتاكم وكفوا عن مساويهم “Mevtaların iyi taraflarının anlatın. Ama kötü yönleri hususunda ise dilinizi tutun”(Ebu Davud; 4900,Tirmizi;1019) buyrulmuştur.
Bu husus değil sadece böyle büyük zatlar, bütün ölmüş müslümanlar için geçerlidir. Onların zayıf taraflarını dile getirmek İslam ahlakına aykırıdır, Peygamberimizin emrine aykırıdır, insaniyete de aykırıdır.
Son olarak sözlerimi şöyle bağlayayım; Cenab-ı Hak bu büyük insanın bereketinden bizi mahrum etmesin. Bizi de onun yoluna koysun. Cenab-ı Hak bize iyi niyetler, iyi çalışmalar ve hüsnü hatimeler nasip eylesin.
-Efendim, Allah sizden razı olsun. Çok feyizli bir sohbet oldu.
-Allah cümlemizden razı olsun.