Duyurular

MUSTAFA SABRİ'YE ATILAN İFTİRA

MUSTAFA SABRİ'YE ATILAN İFTİRA

TUHFETÜ'R-REDDİYE BROŞÜRÜ

1960 ihtilâlinden sonra, Risale-i Nur'un fütuhatını engellemek isteyen gizli zındıka komiteleri, milletimizin Nur'a olan teveccühünü kırmak niyetiyle Risale-i Nur'a karşı sahte bir broşür neşrettiler. Kendilerine kimsenin inanmayacağını bildikleri için bu broşürü, son Osmanlı Şeyh-ül İslâmı Mustafa Sabri Efendi'ye izafe ettiler. Güya Mustafa Sabri Efendi böyle bir broşür hazırlamış ve ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmişti. Bu uydurma broşürde, Risale-i Nur hizmeti yeni bir mezhep gibi takdim ediliyor ve zihinleri bulandırmak için Nur hizmeti bir ırkçılık hareketi gibi gösterilmeye çalışılıyordu.

 

Gerçekte General Sadettin Evrin'in hazırladığı bilinen ancak 1954 'de rahmetli olan Mustafa SABRİ'nin 1964'de yayımlamış gibi gösterilen "Tuhfetü'r-Reddiye alâ Mezhebi'l-Said-i Kürdiye" adlı broşür.

Bunun için de broşüre, "Tuhfetü'r-Reddiye alâ Mezhebi'l-Said-i Kürdiye" adını vermişlerdi. Broşürde en çok tenkit ettikleri kısımlar, Nur talebelerinin Üstad hakkında yazdıkları şiirlerdi. İşin enteresan tarafı bu şiirlerin yer aldığı Tarihçe-i Hayat adlı eser 1957'de basılmıştı. Mustafa Sabri Efendi ise 1954 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu.

Hatta bu broşürün yayılması ve kabul görmesi için aynı zihniyet muhterem Osman Demirci Hocamızın da içinde bulunduğu bir grup merkez vaizini Ankara'ya celb ederek 45 günlük bir kursa tabi tutmuşlar, fakat çağrılan muhterem hoca efendilerden gereken cevabı almışlar.

Zübeyr Gündüzalp Ağabey bu broşüre karşı bir cevap hazırlanmasını zaruri görmüştü. Bu maksatla benden de bir yazı yazmamı istedi. İstenen yazıyı kaleme aldım. Ve Zübeyir Ağabey'e gönderdim.

Broşürün masraflarını Nur Talebeleri karşıladılar ve cevabî broşürümüz memleketin en ücra köşelerine kadar ulaştırıldı. Hamd olsun bu broşür, bütün iftiraları çürüttüğü gibi, Nur düşmanlarının gayeleri hilafına Nur'un daha çok inkişafına vesile oldu.

MUSTAFA SABRİ EFENDİYE İFTİRA*

İslâm'ın Mustafa Sabri'sine azim iftiralarda bulunanlar! Cemadat bile hamakatinize(ahmaklığınıza) gülüyor.

Münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında nifakın en birinci cinayeti olan hilelerini beyan eden usul-ü münazara, fenn-i mantık ve kanun-u edebiyeden uzak, sadece mukabere ve mugalata ile kaim, safsatadan ibaret bir varakpare elime geçti.

Bu müfteri, nifaka hücum eden münafıkları tevbih, takbih, tehdit ve ta'yip etmekle techil eden şu Meal-i Şerifin hücumuna maruz kalmış;

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَـكِن لاَّ يَعْلَمُونَ

– "Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler)."(1)

 (Zira fiillerinde menfaat değil, zarar vardır, bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.)

Veyl olsun o kimseye ki, Müslümanlar nezdindeki derekesini bildiği için, o dessasane cinayetlerini nasiyesi pek parlak, hile ve iftiradan müberra, İslâm'ın son asırda medar-ı iftiharı, son Şeyh-ül İslâm, Tokatlı Mustafa Sabri Efendi'nin gölgesinde çöreklenmiş... Fakat o bedbaht kendisini kaplayan kara cehalet bulutları altında fark edememiş ki: O müstesna sima, cehalet gölgesinden müberradır, aridir. Bundan dolayı gölgesine çörekleneni, değil aklı olan, zerre kadar hisse sahibi olanlar dahi, derhal fark eder, görür ve gördüler. Çünkü Peygamberimiz iki cihanın güneşi, Hatem-ül Enbiya mevki-i muallasını ihraz etmiş, kâinatın ilk ve son Efendisi, bir hadis-i şeriflerinde: "Müminlerin ferasetinden sakınınız: zira onlar, Allah'ın nuruyla nazar ederler." diye ferman ediyor.

Gülünç müfteri! Ulum-u nakliye ve akliyeyi havi azamî şecaat ve cesaret sahibi, etkiya-i ulemadan İslâm'ın Mustafa Sabri'sini korkaklıkla itham ve cehaletine alet ediyor. Hâlbuki O zat, hayatta hiçbir haksızlığa tahammül edip göz yummamıştır.

Mesela, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi ile "Teşri" meselesi üzerinde uzun ve müselsel, ilmî ve edebî münazaralar yapmış, hakkı izhar ederek İsmail Hakkı'nın hatasını yüzüne karşı, "Beyan-ül Hak" mecmuasında beyan etmiştir.

Sonra Moskova Müftüsü Musa Carullah Efendi'nin "Bürhanlarımız" namındaki eserinde ki bazı hatalarına karşı tahammül etmeyip reddiyeler yazmış, daha sonra inandığı bir fikri Cumhuriyetin ilânı zamanında yüzde doksan dokuz ölüm tehlikesine karşı, pervasızca müdafaa ettiği için Mısır'a sürülmüş, aynı zamanda Moskova'dan Mısır'a sürülen Musa Carullah ile "Ruh" meselesi üzerinde azim münazaralar yapmış ve hepsinde de Mustafa Sabri Efendi haklı çıkmıştır.

Keza, Mısır'da telif ettiği "Mevkif'ul akl ve'l ilim min Rabbil Alemin" adlı üç ciltlik fevkalade ehemmiyetli eserinin üçüncü cildinde, an'anelerini unutup irtidad ederek kendilerini Avrupa'ya bedava satan mürtedlerin başlarına azim tokatlar indirmiştir.

Asr-ı ahir fuzalasından olan böyle bir Zat, yazmış olduğu her hangi bir reddiyenin ölümünden sonra neşrini isteyebilir mi? Senin şu iftiran, bu asr-ı medeniyette hiçbir ferdin havsala-ı idrakine sığmayan bir hal-i aciptir.

Evet, eyne's-sera minessüreyya? Haşa ve kella! O zat nerede, senin gibi böyle sahifeleri iftira, mugalata ve mükabere ile mülevves eden erzel ve eçhelin varakparesi nerede?...

Kâzip kaziyelerden terekküp eden mugalata ve kıyaslarınızın küsufu, "Mağlata-i cezr ül esemi kelamı" gibi sizi tezatlar kâbusu altında koyup, güneşten ışık alamaz olduğunuzdan, kâinata müdhike oldunuz. Cemadat bile hamakatinize gülüyor.

Zira, 1954 senesinde vefat eden bir zatın, 1957 de tabedilen bir esere reddiye yazdığını iddia ediyorsunuz. Reddiye diye uydurduğunuz uydurmaya da yüzlerce ciltlik eser külliyatından bir cümle bile alamıyor, sadece, bu eserin müellifi hakkında yazılan şiirlerden birer cümle alıp ve bu cümleleri de kavaid-i beyandan olan teşbih, mecaz ve kinaye kanunlarından habersiz olarak, menba-ı hakikat ve kamus-u hikmet, maden-i belagat, bahr-ı hüccet, içi iman dışı, bürhan, sağı evveliyat, solu yakiniyat, her bir kaziyesi birer necm-i naci, her bir kıyası birer seyf-i kati, her satırı birer nüzhetgah, her sahifesi birer bostan-ı cinan, her bahsi fezay-ı iman, her teşbih ve temsili hakikatli bir rasathane olan Risale-i Nur'a perde çekilmez, çekemezsin, çekemedin.

Ey müfteri! Âlem-i zulümatta yaşayabilirsin. Fakat nur âlemine perde olamazsın. Ey ahmak-ı hümaka! Ahmaklıkta tarihte meşhur Hebenneka'yı geçtin. Dalalette Sofestailerin laedriye taifesinin üstadı oldun. Kezzaplıkta Müseylimet'ül Kezzab'ı unutturdun. İslâmiyet'in rüknü olan iman hakikatlerini aklî ve naklî bürhanlar ile güneş gibi gösterip hatta kalp ve hislere de hisse vererek bütün duygu ve letaife izanî bir şekilde yerleştiren, ulvî hisleri doyurup heyecana getiren on binlerce sahifeyi görmedin de, bir iki cümlelik şiiri bahane ederek o güneşi balçıkla sıvamak istedin.

Risale-i Nur'dan Onuncu Söz, bu alem-i şehadet perdesi arkasında bir mahkeme-i kübra ve bir dar-ı mükafat ve ihsan ve bir dar-ı mücazat ve zindan menzilleri olduğunu cüz külden küçük olduğu kat'iyyetinde ispat eder.

On birinci Söz, hikmet-i kâinatın ve şecere-i hilkatin sırrını çözüp, şu memleket-i Rabbaniye'de kurulan menziller, açılan sergiler, o şecereye takılan salkımlar, asılan maslahatlar nelerdir? O sahifelerde yazılan ayetler ve basılan mühürler ne vecihle kâinatın mimar ve ustasına delalet ettiğini şüphe götürmez bir şekilde ispat eder.

Yirmi İkinci Söz, bu muntazam memleket ve acip alem şehrinde şu kâinat bostan ve bağında semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzünde tanzim, tezyin ve tanzif lisanlarıyla yazılmış Rabbanî ayetleri okutup her şeye şamil bir ilim ve kudretin sahibini tanıttırır ve bildirir.

İşarat-ül İcaz ve Yirmi Beşinci Söz ise, Kur'an-ı Azimüşşan'ın kırk vecihle i'cazını ispat ederek, kelam-ı İlahî olduğunu kör olmayanlara gösterir.

Allame Zemahşeri ve Kadı Beyzavi gibi ekabir-i müfessirinin ulum-u beyan ve belagatta bahr-i bî payan olan Abdulkahir-i Cürcani ve Sekkaki gibi dahi imamların dest-i efkârlarının erişemediği icaz ve i'caz noktalarını beyan eylemesi ehl-i insaf olan takdir erbabı nezdinde müsellemdir.

Elhasıl: Dünya sarayının Anadolu kürsüsünde, ekseri enbiya, evliya, urefa yatağı ve İlahi konferans salonu olan şark yaylası ve yirminci asrın sahnesinde asr-ı haziriyyunun huzurunda "El-ulema-i veraset-ül Enbiya" "Alimler, Peygamberlerin varisleridir." sırrının zirvesine yükselen ve "Bediüzzaman" lakabıyla dünyada şöhret yapan bir zat, Rahmanî ve fikrî bir nutuk okuyor. O nutkun aslı ve kökü, ne içerde ve ne de dışarıdadır. Doğrudan doğruya Kur'an'a bağlıdır. Bu nutkun sesi Avrupa, Amerika, Asya, hâsılı dört kıt'ayı ihtizaza getirip, insaniyet semasında çınladı. Nutkun mahiyeti ve natıkın maksadı ise, her zerre ve mürekkebatı bir fonograf misüllü dile getirerek, varisi bulunduğu iki cihanın fahri Muhammed-ül Arabi (asm.)ın davasını ilân ve istima ve ispat idi.

Bizler de, mezkûr nutku gelecek nesillere ulaştırmak için azm-ü sebatın kırılmaz silahları, delil ve bürhan atomları ile bu nöbetin dönmez, yılmaz ve asla geri çekilmez birer nöbetçileriyiz.

Dipnot:

(1)Bakara Sûresi, ayet; 13.

Mehmet KIRKINCI

 

***

ISMARLAMA BİR BEDİÜZZAMAN REDDİYESİ

Salih Okur

Bugünlerde bazı forum sayfalarında bayat bir yemeğin ısıtılıp saf insanımıza servis edildiğini gördükçe, insan gülmesi mi ağlaması mı gerektiğini bilemiyor..O kadar şabloncu, önyargılı, tarihi ile yüzleşmekten korkan bir cemiyet haline gelmişiz

Bugünlerde bazı forum sayfalarında bayat bir yemeğin ısıtılıp saf insanımıza servis edildiğini gördükçe, insan gülmesi mi ağlaması mı gerektiğini bilemiyor..O kadar şabloncu, önyargılı, tarihi ile yüzleşmekten korkan bir cemiyet haline gelmişiz ki, pes doğrusu..

 

Bahsini edeceğimiz risalecik,(Tuhfetür Reddiye ale'l-Mezheb-i Saidi'l-Kürdiyye) aslında çoktan nisyana gömülmüştü. Ama internet ortamında yine arz-ı endam edince kısaca üzerine duralım istedik. Aslında Bediüzzaman hakkında bütün bu seviyesiz hücumlara cevaplar çok kolay. Biz de kısa ama müskit cevaplar düşünüyoruz. O, tertemiz hayatıyla karşımızda. Atılan balçıklar dâmenine erişemiyor. Belki bu ilki olur, sonra tüm iftira ve bühtanlara sıra gelir inşallah..

Reddiye ne demektir?

 Reddiye, bir fikir veya eseri veya bir şahsı tenkit ederek red etme, yanlışını ortaya koymak demektir. Bazen tenkit edilen, şahsın bütün fikirleri, eserin bütün kısımları, düşünce akımının bütün paradigmasıdır. Bazen de kısmi olur..

 Aslında iyi niyetli tenkitler bir eser sahibi için arzu edilen bir şeydir. Böylece diğer baskılarda o eser tekemmül eder. Fikirlerin çarpışması hakikat şimşeklerini doğurur.

Eleştiri ile cahilane hakaret ise ayrı şeylerdir. Türkiye'de yapılan da genelde bu ikincisidir. Misallerle aşağıda gelecek..

Tuhfetür Reddiye nedir?

Ele alacağımız reddiyenin isnad edildiği zat, son Şeyhülislamlardan ve 150'likler listesine alınarak yurtdışında yaşamaya mecbur edilen bir âlim, Mustafa Sabri Efendi...

Kendisi, güya Mısır'da, ölümünden sonra yayınlanmak üzere bu risaleyi kaleme almış, 1954'de vefat etmesine rağmen, ne hikmetse, eser altı-yedi sene daha saklanmış ve 1960 darbesinden sonra tercüme ettirilerek, Iraklı âlim Emced Zehavi'nin takdimiyle birlikte- Türk irfan hayatına sunulmuştur.(!)

Kitabın yazılma amacı, bir din âliminin adını karıştırarak, toplumda Risale-i Nur'a karşı uyanan alakanın önünü kesmektir. Bu psikolojik harbin ele başısı ise, o sırada Diyanet İşleri'ne, başkana yardımcı olsun diye getirilen, ama perde gerisinde asıl başkan kendisi olan Sadettin Evrin Paşa'dır. O sıralarda ezanın tekrar Türkçeleştirme gayretleri de bu kişinin çabalamaları ile olmuştur.

Niçin Yazıldı?

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi bu konuda şunları söylüyor; "1960 İhtilal'inden sonra, Risale-i Nur'un fütuhatını engellemek isteyen gizli komiteler Risale-i Nur'a karşı sahte bir broşür neşrettiler. Kendilerine kimsenin inanmayacağını bildikleri için bu broşürü, son Osmanlı Şeyhülislam'ı Mustafa Sabri Efendi'ye izafe ettiler. Güya Mustafa Sabri Efendi böyle bir broşür hazırlamış ve ölümünden sonra yayımlanmasını vasiyet etmişti. Bu uydurma broşürde, Risale-i Nur hizmeti yeni bir mezhep gibi takdim ediliyor ve zihinleri bulandırmak için Nur hizmeti bir ırkçılık hareketi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. Bunun için bu broşüre 'Tuhfetü'r-Reddiye alâ Mezhebi'l-Saîd-i Kürdiye' adını vermişlerdi. Broşürde en çok tenkit ettikleri kısımlar, Nur talebelerinin Üstad hakkında yazdıkları şiirlerdi. İşin enteresan tarafı bu şiirlerin yer aldığı Tarihçe-i Hayat adlı eser 1957'de basılmıştı. Mustafa Sabri ise 1954 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu. Hatta bu broşürün yayılması ve kabul görmesi için, aynı zihniyet muhterem Osman Demirci hocamızın da içinde bulunduğu bir grup merkez vaizini Ankara'ya celp ederek 45 günlük bir kursa tâbi tutmuşlar; fakat çağrılan muhterem Hocaefendilerden gereken cevabı almışlardı."

Mustafa Sabri Efendi Kimdir?

(Tokat,1869-Kahire,1954). İlköğrenimini doğduğu yerde yaptı. Kayseri'de Hoca Emir ve İstanbul'da Ahmet Asım Efendi'den icazet aldı. Ruus imtihanını kazandıktan sonra müderris oldu. Fatih camiinde öğretime başladı (1889). Huzur derslerine muhatap olarak katıldı (1898–1913). İkinci Meşrutiyet'ten sonra Tokat'tan mebus seçildi. Cemiyet-i İlmiyye tarafından yayımlanan Beyanül-Hak adlı derginin başyazarlığını yaptı. Dârül-Hikmet-il-İslâmiye üyeliğine tayin edildi. Damad Ferit Paşa kabinesinde şeyhülislâm oldu (1919). Sadrazam Paris Konferansına gidince ona vekâlet etti. Ferid Paşa'nın istifasından sonra ikinci defa şeyhülislâmlığa getirildi (1920). Aynı yıl içinde bu görevden ayrıldı. Yüzellilikler ile beraber ülkeyi terk ederek, Hicaz'a gitti, oradan da Kahire'ye geçti ve Mısır'a yerleşti. Eserlerinden bazıları: Yeni İslâm Müçtehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, Dinî Mücedditler, İslâm'da İmamet-i Kübrâ, Savm Risalesi; Arapça Meseletü Tercemetül-Kur'an; Mevkifül-Beşer Tahta Sultanil-Kader, el-Kavlül-Fasl.

Eseri Savunanlar Samimi Değiller

İnternet ortamında bu meseleyi savunanlar samimi değiller. Zira Mustafa Sabri Efendiyi tanımıyorlar. Sırf ellerine malzeme geçtiğinden, mal bulmuş mağribi gibi sarılıyorlar. Yoksa Mustafa Sabri, onların savunacağı bir insan değil..Eserleri ve hayatı meydanda.. 

Mustafa Sabri Efendi-Bediüzzaman

Mustafa Sabri Efendi, Bediüzzaman'ın yakın arkadaşlarındandır. Onu değil tenkit, Mısır'da kaleme aldığı El Kavl Vel Fasl adlı Arapça eserinde Bediüzzaman'dan takdirle bahsetmiştir. Memleketimizin değerli âlimlerinden muhterem Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, hatıratında bu konuda şöyle demektedir; "Ben, sonraları Mustafa Sabri Efendi'nin Mısır'da yazdığı El Kavl Vel Fasl isimli eserinde, üstadın Muhakemat'ından senakarane(övgüyle) bahsettiğini gördüm."

Mustafa Sabri Efendi'nin hayatını okuyanlar, onun Dar-ül Hikmet-i İslamiyye azasından olduğunu bilirler. Dar-ül Hikmet, Şeyhülislamlık tarafından, İslam âleminin meselelerine cevap vermesi için teşekkül ettirilmiş bir akademi idi, Bünyesinde Elmalılı Hamdi Efendi, Mehmed Akif Ersoy, İzmirli İsmail Hakkı, Bediüzzaman gibi devrin güçlü simalarını barındırıyordu.(geniş bilgi için; Son Devrin İslam Akademisi-Sadık Albayrak-İz Yayıncılık)

Daha sonra 1919'da, İskilipli Atıf Efendi, M.Sabri Efendi, Bediüzzaman gibi ulema Cemiyet-i Müderrisin adlı cemiyette azalık yapmışlardır.(Bu cemiyet hakkında bir doktora tezi için aşağıdaki linki tıkayabilirsiniz: (http://www.ittihad.com.tr/cemiyyet-i%20müderrisinden%20teal-i%20islam.mht)

Bediüzzaman ile Mustafa Sabri Efendi arasındaki dostluğa şahit bir sürü insan vardır. Mesela Ezher mezunu, halen hayatta olan Prof Ali Özek Bey bunlar arasındadır. Kendisi bu konuda hatıralarını STV'nin Ayna Programının Mısır'ın anlatıldığı bölümünde naklettiği gibi, Necmeddin Şahiner'in Son Şahitlerinde de aktarmıştır, bakılabilir. Yine aynı eserden, Ezher mezunlarından merhum Mustafa Runyun hocanın, Mustafa Akdedeoğlu'nun hatıraları okunabilir. 

Halen hayatta olan Ahmed Ramazan Bey de, vefatından birkaç sene önce, Kahire'de evinde ziyaret ettiği Mustafa Sabri Efendi'nin hüsnü kabulünün şahitlerindendir; "Sabri Efendi yaşlı gözlerle, Üstad'ın ilmini, faziletini ve yüksek dehasıyla ilgili hatıralarını anlattıktan sonra, "Bediüzzaman kardeşim, ülkede kalarak daha isabetli karar verdi." der.(http://zaman.com.tr/?bl=ailem&alt=portre&trh=20050622&hn=186492

Mısır'da okurken kendisinden feyz almış merhum Ali Ulvi Kurucu beyefendi de Bir Ömürden Sayfalar adlı hatıralarında : "Kahire'deki talebelik yıllarımda gerek Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'den, gerek Zahid El Kevseri'den, İhsan Efendi'den ve Türkiye'den gelen zevattan Bediüzzaman Said Nursi'nin ismini ve müstesna bir insan olduğunu işitirdim."demektedir.

Hacı Ali Kılınçalp anlatıyor: "(Ezher'de) Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim. Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Yalnız olarak ikimiz bir odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. 'Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ'da ikamete memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selamları var. Benden size selam söylememi tensib ettiler' demem üzerine ayağa kalktı ve 'Aleykümselâm, demek sen onu gördün. Demek hayattadır' dedi. Evinin içerisinde, beni kabul etmiş olduğu salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. 'Ya Said!' Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!' diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu."

Ezher'de okuyanlardan Hacı Ali Kılıçalp, Mustafa Sabri Efendi'nin aracılığıyla Bediüzzaman tarafından üniversiteye hediye edilen Külliyatın kütüphaneye teslim edildiğini ve teslime dair resmi bir belgenin kendisine verildiğini nakletmektedir. (Şahiner, 3. C., s. 133)

Bediüzzaman da bu konuda Emirdağ Lahikasında şöyle demektedir: " Bir-iki hafta evvel Mısır'ın Câmi-ül Ezher'inin büyük bir müderrisi olan Ali Rıza buraya hususî bir adamı gönderdiği gibi, iki gün evvel de aslen Buhara'lı ve Medine-i Münevvere'de mücavir ve Mısır'da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhülislâmımız ve Dâr-ül Hikmet'te benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendi'yle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. Ben de Câmi-ül Ezher'e hediye-i vakfiyem olarak 11 tane hususî mecmualarımı o zât vasıtasıyla âlem-i İslâm'ın büyük medresesi olan ve o âlimin ihbarıyla şimdi yirmi yedi bin talebesi bulunan Câmi-ül Ezher'e hediye olarak o zâta verdik. Hem dedik: Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zahid Kevserî olarak Nur mecmualarına benim bedelime sahib ve hâmi ve vâris olsunlar ve Arabî'ye tercümeye çalışsınlar, dedik. Mektub da yazdık. O zât aldı, gitti."(Emirdağ Lahikası-s:60)

Emced Zehavi Bediüzzaman Dostluğu

Bu broşüre güya bir takdim yazan Emced Zehavi merhum hakkında Araştırmacı Yazar Mustafa Özcan Bey bizlere şu bilgileri vermektedir; "Emced Zehavi Molla Ramazan gibi, Kürt kökenli (Irak Kürtlerinden) meşhur bir alimdir. Hanefi fıkhında son devrin Ebu Hanife'si veya İbni Abidin'idir. Bundan dolayı ona İmam-ı Azam'ın lakabı takılır: Irak imamı. Emced Zehavi İstanbul'da Nüvvab Medresesi'nde hukuk okurken Bediüzzaman'la arkadaş olur. Kızı Nihal babasıyla Bediüzzaman'ın dostluğunu hikâye eder."(Yeni Asya; 31.05.2006)

Bir başka yazısında da Sayın Özcan şöyle demektedir; "Irak'ın namlı ve şanlı uleması vardı. Hamdolsun bugün de eksik değil. Şüphesiz bunların en büyüklerinden birisi, Ebu Hanife'den sonra Irak imamı olarak anılan Emced Zehavi'dir. Eğitimini Osmanlı'nın son döneminde İstanbul'da (Medresetün nuvvab) tamamlamıştır. Burada Bediüzzaman'la tanışmış ve arkadaş olmuştur. Bilahare Hasan el Benna ile tanışmış ve hareketini Mezopotamya'ya taşımıştır. Zehavi'nin dostlarından Muhammed Mahmud Savvaf gibi Irak İhvanı, teşkilat olarak İhvan'dan düşünce olarak Risale-i Nur'dan etkilenmiş ve iki metodu kendilerinde mezcetmişlerdir. Arap dünyasında Risale-i Nurların en fazla Irak üzerinden intişarı da bunun nedenleri arasındadır."(Yeni Asya; 27.07.2005)

Bir devrin kılıçlaşan kalemlerinden Eşref Edip Fergan merhum, "R. Nur Muarızları Hakkında İlmi Bir Tahlil" adlı eserinde bu konuda şunları yazıyor: "Emced Zehavi Risale- Nur'un müellifinin pek samimi ve yakın dostu olduğunu, Risale-i Nur müellifinin 1952'de İstanbul Ağır Ceza mahkemesinde beraat ettiği zaman Emced Zehavi merhumun tebrik ettiğini ve bu tebrik telgrafı Sebilürreşad'ın 1952 Nisan tarihli ve 124 sayılı nüshasında dercedilmiş bulunduğunu bu düzenbaz hiç görmemiş mi?" 

Eşref Edip Beyin bahsettiği tebrik mektubu aşağıdadır.

Sebilürreşad Mecmuasına, İstanbul.
Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin beraat kararı, bizleri sonsuz bir sevinç içerisinde bıraktı. Bu sevincimize vesile olan bu âdil hükme istinaden, Türk Mahkemesine ve fahrî avukatlarına teşekkürlerimizi, Üstad ve kardeşlerimize tebriklerimizi mecmuanız vasıtasıyla bildiririz. Irak-Emced Zehavi

Emced Zehavi hazretleri, kendisine bu konuda mektup yazan Eşref Edip beye yazdığı cevabi mektubunda bu iftirayı tamamen red etmektedir; "Ahi Fillah! Muhterem kardeşim, şimdi mektub-u âlinizi aldım. Meali, güya Said Nursi risalesi üzerine Sabri efendinin yazdığı şey üzerine ben de reddiye yazdım. Ne merhum Nursi'ye ait bir risale görmüşüm ve ne de merhum Sabri Efendinin ona reddiye yazdığından haberim, malumatım yoktur. Hepsi iftiradır. Çok size teşekkür ederim ki, ismimi tehlikeden kurtaracaksın. İsmimi muhafaza ettiğinizden ve bu tehlikeden kurtarmaktan memnun olup dua ederim." 9 Eylül 1964-Emced Zehavi

Mustafa Sabri Efendinin oğlu ne diyor?

 Masa başında bu uydurmayı hazırlayanlar akıllarınca uzak diyardan birini seçerek yalanlarını yutturabileceklerini zannettiler. Hâlbuki Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri Efendi hayattaydı ve Libya'da ikamet ediyordu. İstanbul'dan bir dostu hemen kendisini haberdar etti ve Eşref Edip'in nakline göre ondan şu cevabı aldı:

"Azizim Efendim, mektubunuzu, içindeki müzeyyif risale karikatürüyle beraber aldım. Mağfurunleh peder namına neşredilen bu sahte teliften bendenizi haberdar etmenizden teşekkür ederim. Matbuat vasıtasıyla tekzibinden Müslüman efkâr-ı umumiyesini de haberdar etmek mümkün olursa pek yerinde ve vatani bir hizmet yerine geçeceğine şüphe yoktur.

Sözüm ona Arapça "Tuhfetürreddiye Ala Mezhebi Saidi Kürdiye" terkib-i acibindeki gülünç unvanla daha neşrederken sahteliğini ilan etmiş olan suikastçının, risaledeki Said merhumun ilmine ve dinine tevcih ettiği bühtanları pek aşikâr bir habaset olarak sırıttığı halde, herifin herzelerini pedere isnad etmekle maksadı bir taşla iki kuş vurmak kabilinden iken, "Peder yazmış mıdır?" diye sizin benden sormanıza doğrusu hayret etmekten kendimi alamadım?"

Otoriteler Ne Diyor:

Ali Himmet Berki: Mezkur sahte reddiye hakkında İslam Hukukçusu, sabık temyiz reislerinden Ali Himmet Berki ile görüşüldüğünde verdiği cevap enteresandır. Kendisi Mustafa Sabri Efendi'nin en yakın dost ve arkadaşlarından olup, senelerce beraber bulunmuşlar.

Reddiye kendisine gösterildiğinde, merhum Berki; "Biraz okuyun, ben onun ifadesini anlarım" diyor. Bir iki sahife okunduğunda "Yeter, yeter! Bu saçmaları okumayın! Katiyyen bu ifade Mustafa Sabri Efendisi'nin ifadesi değil. Bu, uydurulmuş sahte bir vesikadır.

Mustafa Sabri Efendi'nin bütün kitapları bende vardır ve hepsini okudum. Katiyyen hiçbir kitabında böyle bir ifadesi yoktur. Ve böyle bir eseri de mevcıt değildir. Ve zaten bu ifade Mustafa Sabri efendi'nin de olamaz. O, Kantlar, Dekartlar, Eflatunların felsefeleri ile uğraşan büyük bir âlimdir. Böyle bayağı bir ifade katiyyen onun ifadesi değildir. Böyle şeylere tenezzül etmez. Bu onun namına uydurulmuş sahte bir vesikadır." 

Mehmed Kırkıncı:

Değerli âlimlerimizden ve Mustafa Sabri Efendinin Arapça Ve Türkçe eserlerini büyük bir vukufiyetle okumuş olan Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, 60'lı yıllarda bu uydurmaya keskin bir cevap yazmış "İslam'ın Mustafa Sabri'sine azim iftiralarda bulunanlar! Cemadat (cansızlar) bile hamakatinize(ahmaklığınıza) gülüyor." diye başlayan bir tokadı bu uydurmayı hazırlayanların suratlarına çarpmışlardır.(bkz: Hayatım Hatırlarım-s:414–418)

Ebubekir Sifil: "Mustafa Sabri Efendi merhumun tarzını, üslubunu, kalemini, duruşunu ve özellikle de "reddiye"lerini bilmeyenler için belki aldatıcı olabilir; ancak onun gerek Türkçe yazdığı, gerekse aslı Arapça olup dilimize çevrilmiş eserlerinden bir-ikisini okuma imkânını bulmuş olanlar, bu risaleyi ona izafe etmenin talihsiz bir teşebbüs olduğu hükmünü vermekte tereddüt etmez. Muhtevasını tahlile gerek bile bulunmayan bu düzmece risale, ünvanından son sayfasına kadar Mustafa Sabri Efendi merhumu tebrie eder nitelikte.

Sahte risalenin acemi müellifinin kimliğini bilmiyoruz. Kafasını derine gömmüş çünkü. Ne var ki gerisi dışarıda! Tuhfetu'r-Reddiyye'deki "açık"lar sebebiyle hep de öyle kalacağa benzer!.(Milli Gazete-6 Mart-2006)

Mustafa İslamoğlu: "İstihbaratın sipariş usulü kitap yazdırması yeni bir şey değil. Bu eskiden beri uygulanan rutin bir olay. Bunun yolları da değişik. Bazen 'derin eller' kendisi yazar ünlü birinin imzasıyla yayınlatır. Mustafa Sabri Efendi'nin ağzından Said Nursi aleyhine yazılıp dağıtılan ve nedense askeri birliklerin tümünün kütüphanelerinde bulunan risale bu türden."(Yeni Şafak–28.10.2005)

Bu arada bir hususu da hatırlatalım; Mustafa Hocanın bir yanlışından döndüğünü görmek bizi sevindirdi. Kendisi daha önce bir eserinde (Yokluğunda Düşülmüş Notlar-s:94) Mustafa Sabri Efendinin bu risaleyi yazdığını savunuyor, rahmetlinin derin devletin bir oyununa düştüğünü iddia ediyordu. Kendisine o zaman bunun bir uydurma olduğunu hatırlatmış, buna inanmasının Mustafa Sabri Efendinin kemiklerini sızlatacağını söylemiştik. Ne hikmetse Sabri Efendiye karşı herkese göstermeye çalıştığı hoşgörüyü göstermekte zorlanan Sayın İslamoğlu, bu fikrinden bu gün vazgeçmiş. Hatadan dönmek faziletini göstermiş..Aynı şeyi Denge Yayınlarından da bekliyoruz. Çünkü mezkur kitabın 2004 baskısında bu hata hala devam ediyor.

Broşür nereden tutulsa elde kalıyor

O zamanın istihbaratının acemiliğini gösteren broşür metni aslında cevap vermeye değmez bir mahiyet arz ediyor. Aklı başında olanın bir kere okuyup bir kenara atacağı cinsten bir şey bu.

Yine de kısaca birkaç yönünü ele alalım:

1-"Sait, Kürt cemaatinden, Şafii mezhepli, Nakşî tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk'ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır."

Burada sadece "Kürt cemaatinden" sözünü ele alalım. Bu insanlar mesela Ali Fuat Paşa'nın Çerkez, hakeza Rauf Orbay'ın Çerkez, Mehmed Akif'in Arnavut olduğunu zikretmezler, gerek de yoktur, ama üstadın Kürt olduğunu, üzerine basa basa söylerler. Hâlbuki Prof. Dr. Ahmed Akgündüz beyin dediği gibi; "Osmanlı devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple Müslüman olmak şartıyla, millet farkı son 20–30 yıl bir tarafa bırakılırsa, ehemmiyet arz etmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyaleti yahut Bilâd-ı Ekrâd denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdî lakabının verilmesi, o zatın tanınması için kullanılan resmî bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdî lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zamanki Cumhuriyet kurulup bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bedîüzzaman bunu Said-i Nursi şeklinde değiştirmiştir." (Akgündüz'ün yazısının tamamı için: http://www.nur.org/risale/tarihce/index.htm

 2- Tuhfe'de enteresan bir yalan da, Sabri Efendi'nin, vefatından birkaç sene sonra basılan risalelere sayfa numaraları vererek atıflarda bulunmasıdır. Eşref Edip merhum, haklı olarak şöyle demektedir; "Mustafa Sabri Efendinin vefatından 5–6 sene sonra burada basılan R. Nur eserlerinden sahife rakamları zikrederek,1923'den beri Mısır'da yaşayan, buraya hiç gelmeyen, 1954'de Mısır'da vefat eden Mustafa Sabri Efendi, 1958'de basılan "İman Hakikatleri"nden, 1959'da basılan Şualardan sahife numarası beyan ederek parçalar nakletmesi nasıl olur? Bu ne kadar ahmakça bir düzenbazlıktır." 

Ebubekir Sifil Bey de şunları yazıyor; "Mahut risalede Bediüzzaman merhum hakkında "seksen yaşını geçmiş…" ifadesi bulunduğuna göre bu risalenin 1957 yılından önce yazılmış olması mümkün değil. Zira Bediüzzaman merhumun doğum tarihi 1877'dir. Bu rakama 80 eklediğimizde 1957 tarihini buluruz. Oysa Mustafa Sabri Efendi merhum bu tarihten 3 sene önce, 1954'te vefat etmiştir ve o, Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiyye'de birlikte görev yaptığı Bediüzzaman merhumun yaşından elbette gafil değildir!.."

3-Mustafa Sabri Efendi gibi sözünü esirgemeyen bir âlimin neden bu eserinin vefatından sonra yayınlanmasını istediği de anlaşılır gibi değil. Sözünü hiçbir zaman ve hiçbir muhatap karşısında esirgememiş olan koca Şeyhülislam'ın kimden pervası vardı? Ve neden risalenin neşri o vefat ettikten sonra tam 10 sene ve Bediüzzaman merhum vefat ettikten sonra 4 sene bekledi?...

Evet, maksadın hâsıl olması için bu kadarı kâfidir herhalde.. Saplantıları olanlara ise diyeceğimiz şey, Allah hidayet versin olacaktır.

KAYNAKLAR

1-Risale-i Nur Muarızları Hakkında İlmi Bir Tahlil-Eşref Edip-İst–1965

2-Hayatım Hatıralarım- Mehmed Kırkıncı-Zafer Yayınları- İst–2004

3-Emirdağ Lahikası-Said Nursi-Sözler Yayınevi

4-Bir Ömürden Sayfalar- Sare Kurucu- Marifet Yayınları-İst–2002

5-http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=45

6-Son Şahitler(5 Cilt)- Necmeddin Şahiner-Nesil Yayınları-İst.

7-Tuhfetü'r Reddiye'ye Cevaplar-Derleyen: Mustafa Nezihi Polat-Hareket Neşriyatı-Erzurum-1964)

 

kaynak:cevaplar.org

Bu sayfa 957 kişi tarafından okunmuştur
<