Duyurular

Hz. Ali ve Bediüzzaman'ın Mührü: Bende-i Şâh-ı Merdân Bediüzzaman

Hz. Ali ve Bediüzzaman'ın Mührü: Bende-i Şâh-ı Merdân Bediüzzaman

Müminlerin emiri: Hazreti Ali

Hazreti Muhammed'in peygamberliğine ilk iman eden sahabelerden olan İslam'ın dördüncü halifesi Hazreti Ali   661 yılında henüz 60 yaşında iken Kufe Mescidi'nde saldırıya uğrayarak şehit edilmiştir.

Irak'da Kûfe Mescidi’nin eski bir fotoğrafı

İstanbul

AA muhabirinin İslam tarihi kaynaklarından derlediği bilgilere göre, hicretten yaklaşık yirmi iki yıl önce, miladi 600'de Mekke'de doğan Hazreti Ali'nin babası, Hazreti Peygamber'in amcası Ebu Talib, annesi de Fatıma bint Esed b. Haşim'dir. 

Mekke'de baş gösteren kıtlık üzerine Hazreti Peygamber, amcası Ebu Talib'in yükünü hafifletmek için Hazreti Ali'yi himayesine aldı. Hazreti Ali, beş yaşından itibaren hicrete kadar onun yanında büyüdü.

Hazreti Ali, hicretin ikinci yılının son ayında Hazreti Peygamber tarafından kızı Fatıma ile evlendirildi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm dünyaya geldi. Hazreti Ali, Hazreti Fatıma'nın sağlığında başka evlilik yapmadı.

Hazreti Muhammed'in sancaktarlığını yaptı

Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seriyyelere katılan Hazreti Ali, bu savaşlarda Hazreti Peygamber'in sancaktarlığını yaptı ve büyük kahramanlıklar gösterdi.

Hazreti Peygamber'e katiplik ve vahiy katipliği yapan Hazreti Ali, Hudeybiye Antlaşması'nı da yazmıştır. Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putlarla Mekke'nin fethinden sonra Kabe'deki putları imha etme görevi de Hazreti Ali'ye verildi.

Hazreti Peygamber vefat ettiğinde, cenazenin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine Hazreti Ali ile Resulullah'ın yakın akrabalarından Abbas ve oğulları yaptı.

Hazreti Ali, ilk üç halife döneminde Medine'de ikamet edip dini ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etti.

Kur'an ve hadis konusundaki derin ilminden dolayı hem Hazreti Ebubekir'in hem de Ömer'in özellikle fıkhi meselelerde fikrine müracaat ettikleri bir sahabe olan Hazreti Ali'nin, Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicret ettiği günün İslam tarihi için başlangıç kabul edilmesine dair teklifi de kabul edildi.

Hazreti Osman şehit edilince ashabın önde gelenleri mescitte toplanarak yeni halife seçimine gitti. Hazreti Ali, kendisine yapılan hilafet teklifini orada bulunan Talha ve Zübeyr'e yöneltti, fakat ısrar üzerine kendisi kabul etti. Hilafeti döneminde Müslümanlar arasında önemli ayrışmalara yol açan Cemel Vak'ası ve Sıffin Savaşı yaşandı.

Muaviye'yi kendisine biata davet eden Hazreti Ali, 657 yılı Haziran ayında Sıffin savaşında Muaviye ve ordusunu mağlup etti.

Muaviye'nin yanında duran Mısır Fatihi Amr bin As'ın ortaya attığı Hakem Olayı hilafet meselesini bir çıkmaza götürdü. Halkın bir kısmının Hazreti Ali'yi, bir kısmının da Muaviye'yi halife olarak tanıması sebebiyle de ikili bir iktidar ortaya çıktı.

Hazreti Ali, Kufe'de, Harici Abdurrahman b. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralandı, aldığı yaranın tesiriyle 26 Ocak - bazı kaynaklara göre 28 Ocak- 661'de vefat etti ve Kufe'ye (bugünkü Necef) defnedildi.

Hazreti Ali, ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri siyah gözlü olup sakalı sık ve geniş, yüzü güzeldi. Kendisine Hazreti Peygamber tarafından verilen "Ebu Türab" lakabından başka "el-Murtaza", "Allah'ın aslanı" ile zulüm ve haksızlıklar karşısında geri atmaması sebebiyle "Haydar-ı Kerrar" gibi lakapları vardı.

Bütün Sünni ve Şii kaynaklar, Hazreti Ali'nin, Müslümanlar arasındaki ilim, takva, ihlas, samimiyet, fedakarlık, şefkat, kahramanlık gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip bulunduğunu, Kur'an ve sünneti en iyi bilenlerden biri olduğunu ittifakla belirtir.

Hazreti Ali, aynı zamanda tasavvuf dünyası için de vazgeçilmez bir isim olması sebebiyle İslam tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınır.

İlmi şahsiyeti

Hazreti Ali, sahabe arasında Kur'an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhi konulara dair olup bunları Hazreti Peygamber ile Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Mikdad b. Esved ve hanımı Hazreti Fatıma'dan duydu.

Hazreti Muhammed ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemailine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur.

Hazreti Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahifesi vardı. Bizzat kendisinin belirttiğine göre bu sahife diyete dair hükümlerle düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kafir için Müslümanın öldürülemeyeceği, Medine'nin Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisler bulunuyordu.

Hazreti Ali, Kur'an-ı Kerim konusundaki derin bilgisinden faydalanmak isteyenleri kendisine soru sormaya teşvik eder, ayetlerin nerede ve ne zaman nazil olduğunu çok iyi bilirdi. Çünkü, Hazreti Peygamber daha hayatta iken Kur'an-ı Kerim'in tamamını ezberleyen ve onun meselelerine vakıf olan sayılı sahabeden biriydi.

Yemen'de kadılık da yapan Hazreti Ali'nin hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısıyla ilgili Hazreti Ömer, "En isabetli hüküm verenimiz Ali idi." demişti. Bu sebeple ilk üç halife de önemli meselelerde Hazreti Ali'nin fikrini almayı ihmal etmedi. Diğer sahabeler de görüşlerinin doğruluğuna inandıkları için hakkında fikir beyan ettiği dini bir meseleyi başkalarına sorma ihtiyacı duymazdı.

Bazı kaynaklara göre, Hazreti Ali'nin hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır:

"İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanacaklardır.",

"Kişi bilmediğinin düşmanıdır.",

"Her şey azaldıkça, ilim ise arttıkça kıymetlenir.",

"Size en büyük alimin kim olduğunu haber vereyim mi? Allah'ın kullarına onun yasaklarını cazip göstermeyen, Allah'ın verdiği mühlete aldanıp da onlara ilahi azaptan kurtulduklarını telkin etmeyen ve Allah'ın rahmetinden ümit kesilmesine sebep olmayan kimsedir." 

 

Risâle-i Nur ve Hz. Ali

 

Risâle-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali'ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risâle-i Nur'da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali'dir.1 Bu çalışmamızda, Risâle-i Nur'da Hz. Ali'nin üzerinde durulan, atıfta bulunulan, önemsenen ve haliyle örnek olarak bizlere sunulan hususiyetleri ile Hz. Ali'nin Risâle-i Nur'la olan ilgisi üzerinde durulacaktır.

Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt'in mânevî şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali'ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli sebebi, İslâm tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur'ân ve İslâm'a hizmet metodu ve misyonunun Risâle-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.

Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risâle-i Nur ve Risâle-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi mânevî bir münasebet görür. Bu hususta Risâle-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan "Sekizinci Şuâ", "On Sekizinci Lem'a", "Yirmi Sekizinci Lem'a" ile Gavs-ı Azam'ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki "Sekizinci Lem'a"da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.

Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali'nin mânevî bir evladı, Al-i Beyt'in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: "Gerçi manen ben Hz. Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam'ın bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt'ten sayılırım."2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3

Bediüzzaman'ın yukarıdaki mânâyı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazali'den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali'den almıştır. "Demek İmam-ı Ali'nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali'nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır."4

Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslâm tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, mânevî olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber'i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s), Zeynelabidin (r.a.), Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali'nin dersini talim emiştir.5

İşte Bediüzzaman, kendisi ile Hz. Ali arasında da bu duruma benzer bir ilişki olduğunu ve dolayısıyla kendisi ve Nur Talebelerinin hizmet dairelerinin bu sayılan zatların hizmet daireleri ile aynı olduğunu beyan etmektedir. Keza Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserinde, Hz. Ali'nin, Risâle-i Nur'un üstadı ve kendisinin de hakaik-i imaniyede hususi üstadı olduğunu ve Risâle-i Nur'a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösterdiğini beyan eder.6

Nur Külliyatı'nda, "Risâle-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali'nin bir mânevî hediyesi ve eseri olarak" takdim edilir.7 Ayrıca " Nur Şakirtleri'nin üstadı İmam-ı Ali olduğu"8 ve "Nurun mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt'in esas olduğu"9 beyan edilir.

Hz. Ali, Risâle-i Nur'da, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın en mühim bir talebesi, Kur'ân ilimlerinin birinci naşiri10 ve Âli Beyt'in mânevî şahsiyetinin temsilcisi11 olarak vasıflandırılmıştır.

Risâle-i Nur'da; Peygamber Efendimizin, nazar-ı nübüvvetle ileride Hz. Ali'nin çok musibet ve ithamlara maruz kalacağını görerek onu ümitsizlikten ve ümmeti de onun hakkında su-i zandan kurtarmak için "Ben kimin efendisiysem, Ali de onun efendisidir."12 mealindeki hadis-i şerif nakledilir.13

Ayrıca, Nur Külliyatı'nda, Hz. Peygamber'in, kendisi dahil olmak üzere, abasını Hz. Ali'nin de içlerinde bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi ile "Hamse-i Âl-i Aba"dan sayıldığı ve Hz. Peygamberin bu hareketiyle Hz. Ali'yi istikbalde çıkacak olan dahili fitneler dolayısıyla onu ümmet nazarında aklama gayesini güttüğü ifade edilmektedir.14

Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in (a.s.m) Hz. Ali'nin şiasına olan övgüsünün, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e ait olduğuna, zira Hz. Ali'ye olan muhabbetlerinin dengeli ve istikametli muhabbeti temsil ettiğine ve hadisçe bildirilen tehlikeli ifrat-ı muhabbetten sakındıklarına dikkati çeker.15

Risâle-i Nur'da, halifeliğin kendisinden zorla alındığı bağlamındaki bir soruya cevap sadedinde, Hz. Ali'nin kendisinden önceki halifelerin şeyhülislamlığını yaptığını, şâyet onları ve onların idaresini benimsemezse kesinlikle bu görevi kabul etmeyeceğini, haliyle halifeliğin kendisinden zorla alındığını iddia edenlerin sözlerinin hakikat olmadığını ve bu iddianın, Hz. Ali'yi, "olduğu gibi görünmeme", yani "takiyye" yaptığı şeklinde bir istifhamı ihtiva ettiği beyan edilir.16

Hz. Peygamber'in neslinin devam ettiricisi olarak Hz. Ali üzerinde durulur. Peygamberimizin "Allah her peygamberin neslini kendi sulbüne koydu, benim sulbümü ise Ali'nin sulbüne koydu" keza, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise onun kapısıdır" hadis-i şerifleri nakledilir.17

Bediüzzaman, Fetih Sûresi'nin son âyetinin18 Hz. Ali ile ilişkisini kurar. Bu âyeti; saltanat ve hilâfete tam liyakatle ve kahramanlıkla girdiği halde, zühd, ibadet, fakr ve iktisadı seçen, rüku ve sücuddaki devamı herkesçe teslim edilen Hz. Ali'nin, (r.a.) gelecekteki durumunu ve o fitneler içindeki çarpışmalar sebebiyle mesul olmadığını, isteğinin Allah rızasını kazanmak olduğunu haber verdiği şeklinde tefsir eder.19

İsm-i Azam'ın herkes için bir olmadığı, Meselâ Hz. Ali için İsm-i Azam'ın, "Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddüs" olmak üzere altı olduğunu izah sadedinde Hz. Ali'nin ismi geçer.20 Hz. Ali'nin bu değerlendirmesini Bediüzzaman aynen kabul etmiş olmalı ki, bu isimlerin genişçe izah edildiği "Esma-i Sitte" Risâlesi olarak bilinen 30. Lem'a'yı telif etmiştir.

Hz. Ali'nin, tahdis-i nimet olarak ilminin genişliğine ve şümulüne işareten "Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur." sözüne dikkat çekilir.21

Yine Risâle-i Nur'da, Hz. Ali, esrar-ı huruf ve cifir ilminde üstad-ı mutlak olarak tavsif edilmektedir.22

Bediüzzaman'ın vefatından önce talebelerine verdiği önemli bir ders olan son mektubunda "Kur'ân'a hizmetteki acib ihlası nereden ders aldın?" mealindeki bir soruya cevap sadedinde "iki noktadan" diye cevap veriyor. Verilen cevabın ikinci noktasında, Hz. Ali'nin ihlas ve ubudiyetteki hassasiyetini şu örnekle nazar-ı dikkate sunuyor: Kendi şahsını ve hayatını düşünmeyerek, tam huzur içinde namazını eda edebilmek için, namaz esnasında kendisine tam bir emniyet sağlayacak bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhî'den niyaz etmiş.23 Yine aynı yerde Hz. Ali kahraman-ı İslâm olarak nitelendirilir.24

Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'nin çok önemsenen bir yönü de adalet timsali oluşudur. Hz. Ali hilâfet-i İslâmiye'yi Kur'ân'da mevcut ve kendisinden önceki üç halife döneminde de tatbik edilmiş olan "adalet-i mahza" esasları üzerine oturtmak istemiş ve bu istikamette içtihadda bulunmuştur. "Cemel Vak’ası" olarak tarihe geçmiş olan hadise aslında Hz. Ali'nin temsil ettiği "adalet-i mahza" ile muhaliflerinin temsil ettiği "adalet-i izafiye"nin çatışmasıdır. Bediüzzaman bu tartışmada Hz. Ali'nin isabet; muhaliflerinin ise hata ettiğini beyan eder.25

Nur Külliyatı'nın en önemli Risâlelerinden olan Uhuvvet Risâlesi'nde, Hz. Ali ihlâs timsali olarak tanıtılır ve bu bağlamda aşağıdaki menkıbe bize örnek olmak üzere aktarılır. "Bir vakit İmam-ı Ali bir kâfiri yere atmış, kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: 'Neden beni kesmedin?' Dedi: Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim, nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim. O kâfir ona dedi 'Beni çabuk kesmen için (maksadım) seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece safi ve halistir; o din haktır.' dedi."26

Bediüzzaman sair İslâm âlimleri gibi Hz. Ali için, "Şah-ı Velâyet" ve "fütuhat-ı İslâmiye'nin pehlivanı" unvanını kullanır.27

Risâle-i Nur ile Hz. Ali arasındaki önemli bir bağlantı ve kesişme noktası da Bediüzzaman'ın, dolayısıyla "Nur Talebelerinin" evradları içine girmiş duâ metinlerinde görülmektedir. Bunları çok kısa bir şekilde tanıttıktan sonra bunlarla irtibatlı olarak sayabileceğimiz ebced ve cifir ilmine de atıfta bulunacağız.

a- Celcelutiye: Hz. Ali'ye ait bir kaside olan ve menşei vahye dayanan28 bu kaside, İmam-ı Gazali gibi bir çok imamların şerhine mazhar olmuştur. Cifirli, ebcedli ve sırlı bir kaside olarak tavsif edilmektedir.29 Bu kasidenin özellikleri ile Risâle-i Nur ve müellifine olan işaretleri "Sekizinci Şuâ" ile "Yirmi Sekizinci Lem'a" da etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.

b- Ercuze: Hz. Ali tarafından vezinli olarak yazılan ve gelecekten haber veren meşhur bir kasidedir. Bediüzzaman, bu kasideden hem İslâm'ın ilk dönemi, hem de Risâle-i Nur'la ilgili bir kısım vakaları cifir ve ebced hesabıyla istihrac eder.30 Bu kaside ile ilgili geniş malumat "On Sekizinci Lem'a" da yer almaktadır.

c- Sekine: Sükun ve itminan, temkin, nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti şeklinde tanımlanır. Hz. Ali'ye atfedilen ve menşe itibariyle aslı vahye31 dayanan, kalp rahatlığı ve kuvveti veren çok mühim bir duâdır. İçerisinde 19 harfli 19 âyet bulunmakta olup, İsm-i Azam'ı da ihtiva ettiği rivâyet edilmektedir. Bediüzzaman, her gün bir çok kere bu isimleri zikir suretinde tekrar etmiştir.32

d- Cevşenü'l Kebir: Matbu Cevşen'in hemen girişinde bu duâ ile ilgili olarak; "Hz. Peygamber'e (asm) Cebrail Aleyhisselam'ın vahiy ile getirdiği ve 'zırhı çıkar bunu oku.' dediği gâyet yüksek ve çok kıymettar bir münâcât-ı Peygamberîdir ki; Zeynelabidin'den (r.a.) tevatürle rivâyet edilmiştir." notu bulunmaktadır. Bu duânın Peygamberimiz (asm) tarafından hususî olarak Hz. Ali'ye talim edildiği rivâyet edilmektedir. Bediüzzaman, Sünnî ana kaynaklarda yer almayan Cevşenü'l Kebir'i Ehl-i Sünnet'e tekrar tanıtır.33 Ve Cevşen'i Ehl-i Beyt'in mânevî gâyet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olarak vasıflandırır.34 Bediüzzaman, Cevşenü'l Kebir'i kendisine üstad yaptığını ve günlük vird olarak okuduğunu beyan etmektedir.35 Gerek Bediüzzaman'ın hayatında ve gerekse Risâle-i Nur'a menşe ve mehaz olması açısından Cevşen'in yeri ve etkisi büyüktür.36

e- Cifir ve ebced ilmi: Bediüzzaman'ın Hz. Ali ile münasebetini gösteren unsurlardan biri de ebced ve cifir ilmidir.37 Hz. Ali'nin istikbale ait bir çok işareti bu ilimleri kullanarak verdiği, Nur Külliyatı'nın muhtelif yerlerinde geçmektedir.38 Hz. Ali, Nur müellifini adeta verdiği bu gaybî haberlerin şifresini çözecek bir muhatap olarak görmüştür. Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'ye atfedilen ehemmiyet hem ondaki mesajların çokluğundan, hem de Bediüzzaman'ın, küfrü mutlaka karşı İsevilerin dindar ruhanileri dahil, bütün iman ehlini, birlik ve beraberliğe çağırma dâvâsında, Hz. Ali sevgisini öne çıkaran Şiî ve Alevî Müslümanlara ulaşmada Hz. Ali'nin bir ortak payda, sağlam bir köprü oluşu etkili olmuş olabilir.39

Sonuç

Hz Ali'nin Risâle-i Nur'a bu derece alâkadarlığı ve Risâle-i Nur'da, Hz. Ali'nin gerek şahsının sahip olduğu yüksek meziyetlerin ve gerekse hilâfeti zamanında uyguladığı "adalet-i mahza" anlayışının çağımız iman ve Kur'ân hizmetkârlarına numune-i imtisal olarak takdimi elbette çok anlamlıdır. Bu durum şükrü gerektiren bir mazhariyet olduğu kadar; büyük ve ağır bir vazifeyi omzuna almış olmanın büyük ve hassas sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluğun ana ögesini ise "ihlâs "oluşturmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu, havf-reca, celâl-cemal, takdir ve ikazı içinde barındıran bir üslûpla, şöyle dile getiriyor:

"Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himâyetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz."40

 

***

Bende-i Şah-ı Merdan Bediüzzaman

 Bediüzzaman Hazretleri, İstanbul’dan ayrılacağı zaman, yeni bir vazife ile vazifelendirilmişçesine kendisinin unvanını beyân eden bir mühür yaptırır. Bu yeni vazifenin başına geçişinin ma’nâsını simgeleyen hakikatin bir işâreti olarak da, bu tarihten çok zaman sonra, Barla’da te’lif ettiği bazı eserlerinde, bu tarihten itibaren manen vazifelendirilip başına geçtiği hizmetin o tarihini “Asıl hizmetlerinin başlangıcı” 1 şeklinde nitelemektedir.

Kahramanların ve yiğitlerin Şahı Hz. Ali’nin hizmetçisi

Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılacağı günlerde kendisine   mühür yaptırı ve üzerine “Bende-i Şah-ı Merdan Bediüzzaman” yazısını yazdırır.

Bunun anlamı, “Kahramanların ve yiğitlerin Şahı Hz. Ali’nin hizmetçisi, kölesi Bediüzzaman” mânâsını ifade eder.

Bu mühür, sanki yeni bir başlangıca ve vazifeye adım atma zamanının geldiğine işaret eder durumdadır. İkinci Meşrûtiyet’in ilânının ikinci ve üçüncü senelerine bakan bir işaret-i gaybîyeye, On Sekizinci Lem’a’nın bir Haşiye’sinde yer verilir.

Şöyle ki: “Yamüdriken” tenvin nun sayılmak şartıyla bin üç yüz yirmi beş (1325) tarihi olan Hürriyet’in ikinci ve üçüncü (1910/1911) senelerinde hilâfet-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüsle o hilâfetin kırılmasından fitnelerin kapısı açıldığının zamanıdır. Hazret-i Ali (ra) o zamânâ dehşetli bakıyor....” 2 tesbiti yapılır.

Bediüzzaman, bu tarihlerde malûm mührü yaptırır ve yaptırdığı mührün üzerinde “Bende-i Şâh-ı Merdan, Bediüzzaman” ifadesi yer alır. Bu mührü inceleyip üzerindeki yazıları çözdüğünü söyleyen Van Edremit’ten Ata Beyaz Hoca’nın ifadeleri mührün üzerindeki yazıları daha net olarak açıklığa kavuşturur.

Mührün üzerinde şu ifadeler yer alır:

 

“Mirza, Nuriye, Şâh-ı Merdân, Hazret-i Bediüzzaman”

 

Mühürde yazılı Mirza Bediüzzaman’ın babasının,

Nuriye annesinin ismi,

Şâh-ı Merdân ünvanı ise, Hz. Ali (kv) için kullanıldığı” 3 görülmektedir.

 

Dr. Abdülkadir Badıllı Ağabeyin hazırlamış olduğu Mufassal Tarihçe-i Hayat, Nisan 1998 Basımı, 1. cilt, s. 327’de “Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin Mührü” başlığı altında şu ifadeler yer almaktadır:

“Bediüzzaman, Hoca-i Cinan, o günlerde İstanbul’dan ayrılacağı zaman, âdeta yepyeni bir vazife ile vazifelendirilmişçesine ve pek büyük bir hizmetin başına tayin edilmiş gibi, sultanlara, vazifedâr büyük memurlara mahsus yaptırılan mühür nev’inden, kendisinin unvanını beyan eden bir mühür yaptırır.

Bu mühürün üzerine ‘Bende-i Şâh-ı Merdân Bediüzzaman’ yazısını yazdırır.

Mânâsı, ’yiğitlerin, kahramanların Şâhı olan Hazret-i Ali’nin (ra) hizmetçisi, kölesi Bediüzzaman’ demektir.” 4

Nurun İlk Kapısı’nda Mehmed isminde bir talebesinin yazmış olduğu bir şiirde geçen:

“İltifât-ı Şâh-ı Merdân ile sensin mukteda” 5 ifadesi de manidardır.

Burada Bediüzzaman’ın Hz. Ali Efendimiz’in (ra) iltifatına mazhar olduğu ifade edilmiştir.

Hz. Ali (ra), Risâle-i Nur ve Bediüzzaman

Elbette Bediüzzaman’ın bu mührünün çok önemi, hikmet ve sebepleri vardır. Risale-i Nur’da bunun izini sürmek mümkündür. Hulefa-i Raşidin’in sonuncusu olan Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) Bediüzzaman ve Risale-i Nur ile olan alâkası Celcelutiye ve Ercüze gibi eserlerinden bilinmektedir. Hazret-i Ali’nin (ra) üç keramet-i gaybiyesini gösteren risaleler bunun en açık delilidir. İlim şehrinin kapısı ve şah-ı evliya olan Hazret-i Ali Radıyallahu anh hakkında Peygamberimiz (asm) “Her nebinin nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (ra) neslidir.” Ve “Ben kimin dostuysam, Ali’de onun dostudur.”6 gibi mühim hadislerle Hazret-i Ali’nin (ra) yüksek derecesini göstermiştir.

Risale-i Nur ve Âl-i Beyt

Bu hakikatler ışığında, “Bende-i Şah-ı Merdan Bediüzzaman” mührünün tasdik ve işaret ettiği birinci mânâ ve hakikat şu noktalar olabilir: “Hazret-i Ali’nin (ra) zatında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i mânevîyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i Muhammediye (asm) noktasında…”7; “Risale-i Nur Şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (asm) sonra Celcelutiye’nin şahadetiyle İmam-ı Ali’dir (ra).”8

Evet, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; “Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Azam’ın (ks) ihbarat-ı gaybiyeleriyle şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir.” 9 ve “Risale-i Nur, Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin (ra) bir mânevî hediyesi ve eseridir.” 10

Bediüzzaman, “Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahu Vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l Kebirle daima onlara mânevî irtibatımda, Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” 11 tesbitleriyle vatan, millet ve İslâmiyet namına büyük bir vazifenin kendisine tevdi edildiğini ifade etmektedir.

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevî ve beşinci halife

Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Bende-i Şah-ı Merdan Bediüzzaman” mührünün bir diğer mânâsı da şu gelen ifadelerde yerini bulabilir: “Hazret-i Hasan’ın (ra) altı aylık hilâfeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l Kebirden ve Celcelutiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i Hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan’ın (ra) kısacık müddetini uzun bir zamânâ çevirerek, tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesut edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur. Ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan’ın (ra) bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.” 12 Bir başka açıdan bakıldığında; “Hazret-i Ali’nin (ra) Kaside-i Ercuze ve Celcelutiye’sinde şiddetli alâkadarlığını murat ettiği bir varis-i nebi ve mukavvi-i din ve hamil-i ism-i azam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğu; hak ve hakikatte yanılmayan ve Kur’ân’ın hukukunu, emrolunduğu gibi tevilsiz muhafazaya çalışan Risale-i Nur’dur diye şek ve şüphesiz olarak Hazret-i Ali’nin (ra) muhatabı o olduğunu kat’i ispat eder.” 13

Dipnotlar:

1- Osmanlıca Lem’alar, s. 127, 421. 

2- Lem’alar, 2013, s. 364. 

3- http://www.muhabbetfedaileri.com 

4- Mufassal Tarihçe-i Hayat, Nisan 1998 Basımı, 1. cilt s. 327. 

5- Nurun İlk Kapısı, 200 Baskısı, Beyaz Karton Kapak, s. 144. 

6- Lem’alar, s. 47.

7- Lem’alar, 2013, s. 50. 

8- Emirdağ Lâhikası-I, 2013, s. 149. 

9- a.g.e.130. 

10- a.g.e. 283. 

11- a.g.e. 361. 

12- a.g.e.139. 

13- Lem’alar, 2013, s. 1072.

***

Bediüzzaman'ın isim,imza,mühür ve ünvanları..

Seksen küsûr yıllık ömür yaşayan Bediüzzaman Said Nursî, hayatının çeşitli safhalarında birçok isim, imza ve ünvanlar kullandı.
Meselâ: Molla Said, Saidü'l-Meşhur, Said-i Kürdî, Bediüzzaman, Garibüzzaman, ıbnüzzaman, Mehmed Said Nursî, vesaire...
Bunlardan önemli bir kısmının belgesini, yandaki sütunlarda dizayn edilmiş çerçevelerde görmektesiniz.
Hemen ifade edelim ki, bunların hiçbiri rast gele kullanılmış isim ve imzalar değildir. şüphesiz, herbirinin ayrı bir mânâsı var; herbiri ayrı bir sebep ve hikmete binâen kullanılmış.
Bunlara mânâsız ve boş gözlerle bakanlar ise, yanlışa düşmekten bir türlü kurtulamıyor.
Aradan bunca zaman geçmesine rağmen, bu zâtın ismini hâlâ "şeyh Said-i Nursî" veya "şeyh Said-i Kürdî" diye telâffuz edenlere rastlanılmaktadır.
Diğer yandan, bir yanlışı düzelteyim derken, ikinci bir yanlışa düşenlerde var. Tıpkı, Sabah gazetesinde yazan Emre Aköz gibi. 19 Ocak 2003 tarihli yazısında şöyle diyor: "Nurculuğun kurucusu Said Nursî, ...Nurs köyünde doğdu. O zamanlar soyadı olmadığı için, insanlar baba adları, ya da doğdukları yerle ayırt edilirdi. Nurs köyünde doğduğu için, Said Nursî, yani Nurslu Said dendi. Said-i Nurs da denebilir. Ama bakıyoruz, 'ıslâmcı' denilen gazetelerde bile bazan 'Said-i Nursî' diye yazılıyor ki, yanlıştır. Bilen bu hatayı yapmaz."
Hemen belirtelim ki, "Said-i Nursî" gibi, "Said Nursî" yazılışı da yanlış değildir. Birincisi, Arapça, Farsça, Osmanlıca ve hatta Kürtçe isim terkibine uygunluk arzederken; ikincisi ise, Türkiye'de halen yürürlükte olan "adı, soyadı" formatına tamamiyle uyum sağlamaktadır.
Gerçi, Bediüzzaman'ın resmî soyadı Nursî değildir. Fakat, kendisi tâ başından beri (1920'lerden itibaren) bu tabiri soyadı yerinde benimseyip, ömrünün sonuna kadar da kullanmıştır.
Bize düşen, bunu saygıyla karşılamaktır.

Medih için değil...

Said Nursî'ye "Bediüzzaman" ünvanını kullandığı için, zaman zaman sorular sorulmuş , hatta tenkitler yöneltilmiş, o da bunlara muknî cevaplar vermiştir.
Bu hususla alâkalı olarak, Hutbe-i şâmiye isimli eserinin "Reddü'l-Evham" bölümünde yer alan şöyle bir suâl ve cevap var:
"Sual: Sen imzanı bazen 'Bediüzzaman' yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
"Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, 'bedî', acip demektir.

"şâh-ı Merdan"

Üstad Bediüzzaman'a ait bir madenî mührün olduğunu, muhtelif vesikalarda görüp öğreniyoruz.
Bazı durumlarda, parmak izi veya imza ile birlikte, bu mührü de kullanmıştır.
Mührün üzerinde nelerin yazılı olduğu ise, bizim gibi çoğu kimse için de mûcib-i meraktır.
Dârü'l-Hikmeti'l-ıslâmiye ile ilgili vesikalarda da dikkat çeken Bediüzzaman'a ait mührün daha vâzıh bir suretini görüp, üzerine kazınmış yazıyı çözdüğünü belirten Van Edremit'ten muhterem Ata Beyaz Hocamız, hususî duâsına da dahil ettiği şekliyle, o mührün üzerinde şu ifadelerin yer aldığını bize beyan ettiler:
"Mirza, Nuriye, şâh-ı Merdan, Hazret-i Bediüzzaman"
Mühürde yazılı Mirza babasının, Nuriye annesinin ismi, şâh-ı Merdan ünvanı ise, Hz. Ali (kv) için kullanıldığını çoğunuz bilirsiniz.

"Mehmed Said Nursî"

Üstad Bediüzzaman'a ait, calib-i hayret ve dikkat bir diğer isim ve imza şekli ise, "Mehmed Said Nursî" yazılışıdır.
Bu isim ve imzayı, fethinin 500. yıldönümü vesilesiyle geldiği ıstanbul'da kullanır. Üstelik, Samsun'da görülen Nur dâvâsıyla alâkalı bir dilekçede...
şöyle ki: 1953 yılı baharında Emirdağ'dan gelerek üç ay kadar ıstanbul'da kalan Bediüzzaman, o günlerde Samsun Mahkemesinde görülmekte olan "Büyük Cihad" dâvâsına rahatsızlığı sebebiyle gidip katılamayacağından, savcılık makamına dilekçe ile başvuruda bulunuyor.
ışte, bu 6 Mayıs 1953 tarihli dilekçenin altında sol işaret parmağının izi bulunan Üstad Bediüzzaman, ikamet adresinin hemen altında yazılan ismini "Mehmed Said Nursî" olarak yazdırırken, imzasını da "Mehmed Said" şeklinde atmış.
(Bkz: N. şahiner; Bilinmeyen Taraflarıyla B. S. Nursî, Kasım 1991 baskısı, s. 400.)
ışte, Üstad Bediüzzaman'ın hayatını kuşatan bir 'acip'lik, bir 'garip'lik, yahut bir 'bedi'lik daha...
Temenni ederiz ki, bunca bilgi ve belge, bazı yanlışları düzeltmede ve bazı doğruları da öğretmede yardımcı unsur olsun.


M. Latif

***

Mehmet Kayaların Bediüzzamana Yazdığı Şiir:

Bir Bayram Münasebetiyle Pek Muhterem Üstadımıza Arz Edilen Bir Tebrik

Burcu-enversin efendim kal'ai İslama sen,
Nail olmuşsun bugün Kur'an ile ikrama sen...

Sensin ol dellâli Kur'an yoluna canlar feda,
İltifatı şahı-merdan ile sensin mukteda...

Vasfını resm etmeğe yok takatim, gelmez dile..
Sen müeyyedsin efendim ol kerematı gavs ile...

Sensin ol Nur naşiri, feyzin demadem aşikâr,
Oldu mülhidler tehassungâhı senle tarumar...

Kıl keremler bendene kim çaru-naçar söyledim...
Sen müceddid kârıbanı hatemisin seyyidim...

Lütfunu bekler gedayız afv edüp huddamını,
Aldı feyzinden bu Mehmed daima ilhamını...

Fırka-i-naciyeyiz biz rahı tevhid cebhemiz.
Pişivayı âlemi-İslâm sensin şübhesiz..

Günlerin olsun mübarek, makberin bulsun sefa...
İsmü-pâk hakkıçün Ahmed Muhammed Mustafa

Mehmet Kayalar

 

KAYNAKLAR:

https://www.yeniasya.com.tr/abdulbaki-cimic/bende-i-sah-i-merdan-bediuzzaman_551052

https://www.risalehaber.com/said-nursinin-kullandigi-hz-ali-muhru-433586h.htm

https://www.aa.com.tr/tr/portre/muminlerin-emiri-hazreti-ali/1714324  

https://www.gzt.com/mecra/kfe-necef-kerbel-hattinda-yolculuk-3434429

http://www.rne.com.tr/serh-ve-izahlar/risale-i-nur-ve-hz-ali/ 

 

Bu sayfa 1189 kişi tarafından okunmuştur
<